19 Mart 2011 Cumartesi

Karanlık Masallar Serisi

1. Kaçış

Güzel bir vazoydu. Üzerindeki çiçek işlemeleri güneşin dokunuşunu hissedebilirlermiş gibi capcanlı parlıyordu. Fakat güzel olduğu kadar dayanıklı değildi. Taş zemin üzerindeki valsinin ikinci zıplayışında parçalarına ayrıldı. Hoş, onun gibi zemini kucaklayan diğerlerinin yanına, porselen cennetine gitmişti herhalde. 

Kadın ve adam tüm bu yığının ortasında rus ruleti masalarında bile göremeyeceğiniz yırtıcı bakışlarla birbirlerini süzüyorlardı. Kadının dağılmış saçının yanında adamın yırtık gömleği ironik bir uyum sağlıyordu. Kırılan eşyaların sesinin son yankısı da salonun duvarlarını terkettiğinde ortalığa huzursuz bir sessizlik çöktü. Fırtına sonrası sessizlikti bu. Tıpkı fırtınlar tarafından yerle bir edilmiş hayalet kasabalara çöken o ürkütücü durgunluk gibi.

Sessizliği yıkan ne adamın ne de kadının duyabildiği küçük bir burun çekme sesiydi. Odasının karanlık duvarlarına bakarak yatan kız çocuğuna aitti bu küçük isyan çığlığı. Kız yavaşça yatağında doğruldu ve içini çekti. İçeriden gelen şangırtılar dinmişti şimdilik. Artık duymamak için ölmesine gerek kalmamıştı. Bu onu rahatlatmak yerine daha da hüzünlendirdi. 

Küçük ayaklarını soğuk taş zemine değdirdiğinde, ürperdi. Hava amma da soğuktu. Belki evden kaçmak için ideal bir gece olmayabilirdi ama yarın kreşe gitmekten veya ertesi akşam bir kavga daha dinlemekten çok daha iyi bir seçenek gibi gelmişti ona. 

Mümkün olduğunca az ses çıkarmaya çalışarak çoraplarını giydi. Çantası çoktan hazırdı. Dedesinin bir daha göremeyeceği bir yere gitmeden önce ona bıraktığı masal kitabı, bir iki şeker – ki bu ona en az iki gün yeterdi – ve öğretmeninin ona hediye ettiği müzik kutusu sırtında fazla ağırlık yapmasına rağmen geride bırakamadığı eşyalarıydı. Müzik kutusunun melodisini çok severdi. Kapağını açınca içerisinde dönen kuşu daha da çok severdi. Ona bir zamanlar kaçmasına yardım ettiği küçük seçesini hatırlatıyordu.

Artık o da serçesi gibi gitmeliydi. Annesi ve babası ne kadar pişman olsalar da dönmeyecekti. Evlerinin yanındaki, annesinin hiçbir zaman içine adım atmasına izin vermediği ormana girecek, orada kendisine küçük bir kulübe yapacak ve beyaz atlı prensini bekleyecekti. Evet evet, böyle yapacaktı.

Odası karanlık olmasına rağmen eşyalara çarpmadan penceresinin önüne gelebildi. Karanlığı severdi, onu herzaman sarıp saklayan tek şeydi karanlık. Neden korkmalıydı ki karanlıktan? Sonuçta dedesinin masal kitabındaki masallarda canavarlar hep ölür, güzel prensesler prensini bulur ve sonsuza dek mutlu yaşarlardı. Karanlığın kötülük getirdiği yazılı değildi hiçbir masalda.

Penceresi, hemen önündeki ağacın gölgesiyle perdelenmişti. Sıcak yaz günleri bu ağaçta oynamaya bayılırdı. Tepesine tırmanır ve annesinin kızgın bağırışlarına rağmen aşağıya inmezdi. Şimdi ise asıl amacı aşağıya inmek olacaktı. Pencereyi kapalı tutan kolu çevirip kendine çektiğinde kar kokusu odasına doldu. Küçük beyaz bir kar tanesi gelip burnuna konduğunda heyecanla bir soluk koyuverdi. O kadar sevimliydi ki. 

Pek sevgili ağacı giydiği beyazdan elbiseyle gecenin içinde bir dost gibi şefkatle dallarını uzatmıştı dört bir yana. Küçük kız bunlardan en sağlam görünenine doğru uzanıp sıkıca kavradı dalı. Daha önce de defalarca yaptığı gibi ağırlığının tümünü dala bindirinceye dek kendisini pencere pervazından sarkıttı. Dalın üzerinde durmayı başarabildiğinde kar yüzünden az daha aşağıya yuvarlanacaktı. 


Hafifçe gülümsedi. Şimdiden çok heyecanlı dakikalar geçiriyordu. Kim bilir daha neler görecekti. Ağacın gövdesine yapışıp aşağıya kaydığında üstünün az da olsa ıslandığını hissetti. Ayakkabıları küçük bir pof sesiyle kara bastığında ise hasar kontrolu yapabilmek için bir an duraksadı. Sonra çantasındaki her şeyin sağlam olduğunu görünce rahatlayarak karların arasında yürümeye koyuldu.

Orman evlerine pek uzak değildi. Çitlerin hemen ardında başlayan ağaçlar ev ve orman arasındaki sınırı çiziyordu. Çitlere ulaştığında bir an geri dönüp terk ettiği eve baktı. Karanlık gecenin ortasında, beyaza bürünmüş duvarlarıyla kabusların ortasında beliren hayaletler kadar korkutucu bir hali vardı. Önündeki karanlık orman, evini gördükten sonra daha sıcak bir yuva izlenimi uyandırmıştı gözünde.  


2. Avcı



Emin adımlarla yüksek boyunlu ağaçların arasına yürüdü küçük kız. Ağaçlar o kadar sık ve uzundu ki bir yerden sonra kar bile kavuşamamıştı toprağa. Ağaç köklerinin üzerinden atlamak ise oyun haline dönüştü onun için. 

Ormanın içine açılmış patika ebediyete ulaşırmışçasına uzanıyordu önünde. Arkasına baktığında geldiği yolu göremedi. Belki de kaybolmuştu. Fakat kaybolması için önce gideceği yolu bilmesi gerekirdi. Ya da gideceği bir yer olması gerekirdi. Fakat böyle ayrıntıları gereksiz gören kız, başı dik, her ayazla beraber ne kadar üşüdüğünü belli etmeyecek kadar gururlu ve bir yere varabileceğinden umutlu yürümeye devam etti. 

Ormanın karanlık dehlizleri onun adımlarıyla aydınlanıyor, kuruyup eğilmiş ağaçlar yeniden dikleşiyordu. Kızın üzüldüğü tek şey kafasını kaldırdığında yıldızları görememesiydi. Oysa ki dedesinin bir zamanlar verdiği eğitim sayesinde gözü kapalı sayabilirdi takım yıldızlarını. Yıldızlar yerine annesinin gözleri kadar siyah kanatlı kuşları görmek ve onların kanatları kadar çirkin seslerini dinlemek bile onu yıldırmadı. Oysa ki bu kuşlardan hiç hoşlanmamış, onların serçesini kovalayan kuşlara çok benzediklerini düşünmüştü.

Dudaklarının arasından süzülen ince buhar artık ince olmaktan çıktığında uzakta, belki de hiç var olmayan bir yerde parlak bir ışık gördü. Zaten pes etmek gibi bir niyeti olmamasına rağmen zihninin küçük bir köşesi bu duruma memnun olmuştu. 

Kız, giderek büyüyen ışığın doldurduğu gözlerini hiç kırpmadan adımlarını hızlandırdı. Yeterince yakınlaştığında da bu ışığın yakın alandaki bütün karları eritecek kadar parlak, barok dönem süslemeli gümüşten parmaklıklı bir kapıdan yayıldığını gördü. 

Tereddüt etmedi bile. Sonuçta o evden ayrılırken her şeyin orada kalmaktan daha iyi olduğunu düşünmüştü. Hala da öyle düşünüyordu. Güçsüz kollarıyla zorlukla ittirdiği kapıdan geçip, beyaz ilahi ışığın içine girdi. Bir an her şey beyazdı, sonrasında da rengarenk. 

Kıpkırmızı narlar, dolgun çilekler, asmalarının taşıyamadığı parlak üzümler ve binbir çeşit çiçek. Hatta siyah bir gülün yanına gidip kokladığında, mürekkep gibi koktuğunu sessiz bir şaşkınlıkla farketti. Arkasından gelen bir ses onu transtan çıkarana kadar öylece güle baktı.

“Bakıyorum bilgelik güllerimle çok ilgilendin küçüğüm. Ama buraya geliş sebebinin o gül olmadığını biliyorum.”

Küçük kız sesin sahibinin görüntüsü hakkında ne düşüneceğine karar veremedi bir an. Kara bir dumandan şekillenmiş feminen vücut, kırmızı büyük gözler ve  aynı renk saçlar. Korkması gerektiğini biliyordu, çünkü bu kadın benzeri “şey” masallardaki prenseslerden çok cadılara benziyordu. Fakat o anda bahçedeki  bitkiler kadar gerçekçi görünmüştü gözüne.

Kadın hafifçe gülümsediğinde dudağının kenarındaki duman, gamze benzeri çukurları ortaya çıkardı.

“Bana karanlığın temsilcisi derler küçüğüm. Bu bahçenin sahibi ve koruyucusuyum. Ayrıca bilge kadın olarak da bilinirim. Fakat kullanmayı en sevdiğim adım Masal Avcısı'dır. Sen bana kısaca Avcı diyebilirsin.”

Küçük kız cevap vermedi, meraklı gözlerle konunun nereye varabileceğini tahmin etmeye çalışıyordu. Avcı devam etti.

“Madem benim Cennet Bahçemi bulmayı başardın, bunun bir ödülü olmalı. Burayı pek az insan varabilir. Şimdi bana kalbindeki dileği söyle.”

Kız düşünürken kaşlarını çattı. Annesinin ve babasının bir daha kavga etmemelerini dileyebilirdi fakat onlar için hiçbir şey yapmak gelmiyordu içinden. Sonra aklına gelen parlak fikir onu epey heyecanlandırdı.

“Dedemi tekrar görebilmek istiyorum!”

Kadının suratı asıldı. “ Bu çok büyük bir dilek ufaklık. Sonuçları da çok ağır olabilir. Yine de gerçek isteğinin bu olduğunu görebiliyorum. Bunu hediye etmek benim gücümü bile aşar. Fakat eğer senden istediğim bir kaç küçük işi yapmayı kabul edebilirsen belki benden daha güçlü olanları senin dileğini yerine getirmeye ikna edebilirim.”

Kız bir an bile düşünmedi. Ormana girerken ve o evden kaçarken yapacağı herşeyin sorumluluğunu almıştı.

“Peki, kabul ediyorum.”
Kadın yüzyıllar sonra ilk defa bu kadar şaşırmıştı. Yaşının çok üzerinde olgunluk gösteren bu kıza deney farelerini inceleyen öğrencilerin takındığı o sadist merakla baktı.

“Hmm. İlginç. Peki, kabul ediyorsan ne yapman gerektiğini anlatayım sana. Bana neden Masal Avcısı dendiğini biliyor musun? Nereden bileceksin ki. Çantandaki kitabı çıkar.”

Kız şaşkınlıkla Avcı'ya baktı. Sonra da kafasını sallayarak kitabı çıkardı. Zamanın eskittiği, kahverengi ciltli, tozlanmış ve ortalama boyutlarda bir kitaptı. Kadın memnun bir sesle yeniden konuştu.

“Şimdi en son sayfasını aç. Ne görüyorsun?”

Kız kitabın arkasını çevirdi ve hep boş bırakılan beyaz sayfayı karanlık kapağın altından kurtardı.

“Bir şey göremiyorum.”

Avcı gizemli bir şekilde gülümseyince gamzeleri yeniden kendilerini gösterdiler.

“Tekrar bak.”

Kız gözleri istemsizce tekrar boş beyaz sayfaya kaydığında, sayfanın artık hiç de boş olmadığını gördü. 
“Ama bu sensin !”
Geçekten de Avcı'nın karakalem ve ustalıkla çizilmiş bir resmi kitabın boş olması gereken son sayfasını süslüyordu.

Avcı kafasını salladı. “Evet o benim. Bütün masallar benimle biter. Çünkü ben masalların sonunda kötüleri cezalandıranım. Eskiden, çok eskiden işim buydu. Cadıları, kötü kraliçeleri ve kurtları ben yakalardım. Eşitlik dengesini yine ben kurardım. Ama artık kimse masal yazmıyor.

Senden istediğim şey şu. Her masalın içerisinde o masala ruh veren nesneler vardır. Bu nesnelerin masal içerisindeki gücü o kadar büyüktür ki, masal mutlu sonla bitmiş gibi görünse de o nesneler her an yeni bir sorun yaratma potansiyeli taşır. 

Normalde bu nesneleri kötüleri cezalandırdıktan sonra bulur ve bu bahçeye kapatırdım. Ancak onları kapattığım sandık bir hain tarafından açıldı ve nesneler masallara geri döndü. Artık yaşlandım ve burnum koku almaz oldu. Senden bu nesneleri geri getirmeni isteyeceğim. Ancak o zaman istediğin şeye layık olduğunu kanıtlarsın. Bu görevi kabul ediyor musun?”

Küçük kız büyülenmiş gibi dinledi bu sözleri. Avcı sustuğundaysa dedesini düşündü. Onun güleç yüzünü, beyaz bastonunu ve kahve kokan ellerini... Ve karar verdi. 

“Tamam bunu yapacağım.”
Avcı bu sefer gülümsemedi. Bu küçük kız için gerçekten endişelenmişe benziyordu. 

“ O zaman elindeki kitap sana yol gösterecek ama dikkatli olmalısın. Senin zamanında kimin kötü kimin iyi olduğunu anlamak zor olacak. Süprizlere hazır olmalısın. İyi şanslar.”

Sonrada şefkatli bir gülümsemeyle ekledi.

“Umarım başarırsın.”

Son kelime de Avcı'nın dolgun, kırmızı dudaklarından döküldükten sonra beyaz ışık yeniden kapladı her yanı. Kız daha ne olduğunu anlamadan, soğuk ormana geri dönmüştü. Etrafına bakındığında bahçeden tek bir iz bile bulamadı. Ancak orman değişmiş, ağaçlarının arasındaki gölgeler en büyük kabuslara gebe, tekinsiz bir yere dönüşmüştü. 

Kız artık masallar alemide, elinde eski bir masal kitabı, sırtında birkaç şekerleme ve kalbinde dedesini tekrar görme arzusuyla tek başınaydı.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace: "2050’de dünyadaki balık stokları tükenecek. Denizleri hala sonsuz bereket kaynağı olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı bitti. Gerı kalan %40 ise 40 yıl içinde son bulacak. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek."

Biliyorsunuz, dünya denizlerindeki balıklar tükenme tehlikesi altında. Bir Türk'ün rakı - balık sofrası vazgeçilmezdir. Fakat bu gidişle avlanabilecek balıklar tükenecek. Eğer buna siz de dur demek istiyorsanız, yukarıdaki linke buyrun.

13 Şubat 2011 Pazar

Cehennemdeki Donmuş Nehir



Katil ellerindeki kana bakakaldı. Yerde kadının cesetinin yanında kendisine yollar açarak ilerlemekte olan kırmızı  birikinti, sokak lambalarının ışığının altında ölümün yumuşak parıltısını saçmaktaydı. Kadının gözleri parlaklığını yitirmiş, çöp tenekelerinin yanındaki basit ve zamansız ölümünü kabullenmiş bir ifadeye bürünmüştü. 

Katil iki adım geriledi ve tenekelerin karşısında duran, ara sokağın sınırlarını belirleyen duvarın dibine çöktü. Bu işte yeni olduğu faltaşı gibi açılmış kara gözlerinden belliydi. O gözlerde az önce bir can almış olmanın getirdiği inanmazlık ve delilik rüzgarları uğulduyordu. Nedensiz cinayetin getirdiği delilik. 

Çöp tenekelerinin üstünde kara bir kedinin, gözlerini hiç kırpmadan kendisine baktığını, dehşetinden kurtulmaya başladığı zaman farketti. Suçlayan mavi gözler, şaşırtıcı zeka parıltılarıyla yanıp sönerek, acıyan bir insanın bakışlarındaki kederi taşıyordu. Katil dehşetinin yeniden başının arkasını dürtüklediğini hissetti. 

Gözleri kanların ortasında boylu boyunca uzanmış kadına kaydı. Onun yerinde olmak istedi. Huzurlu ve umursamaz. Kendisiyle dalga geçercesine dingin bakan açık kalmış gözleriyle, öylece yatıyordu işte.

Katil daha fazla bakmaya dayanamadığından kafasını çevirdi ve kedinin eski yerinde duran küçük kızı gördü. İki yandan örgü yapılmış saçları, alaycı mavi gözleri ve donuk yarım gülümsemesiyle oradaydı. Bir intikam meleği gibi dikiliyordu. Ölmüş kızını görüyor olmanın verdiği dehşetle, yarım bir çığlık bile atamadı katil. O susunca sessizleşen dünyada, ruhunun kırıldığını, paramparça olduğunu duydu.

-----------------
                                                         
Yeşil çayıra baktım. Önümde sonsuz bir düzlükle uzanıyordu. Yeşilin her tonunda, çıldırtıcı derecede mükemmel. Ortasından geçen safir rengi nehire nispet yapar gibi dalgalanıyordu çimenler, nereden geldiği belli olmayan rüzgarlarla. Dünyada safir rengi ya da mavinin herhangi bir tonunda nehir göremezsiniz. Aynı şekilde dünyada kutsal bir nehir de göremeyeceğiniz için pek garipsememelisiniz bu durumu. Hiçbir yer ölüler diyarı kadar yapmacık değildir bu bakımdan. 

Masmavi bir göyüzü, parlak yeşil çimenler, kaz tüyü gibi yumuşak görünen bulutlar ve safir rengi bir nehir. Hepsi bir cehennem yaratmak için yeterlidir. En azından benim cehennemimi yaratmak için yeterlidir, sizinkini bilemem. 

Ah, hayır ben bir ölü değilim. Ben bir Görevli'yim.  Keşke bir ölü kadar sorumsuz olabilsem ama ölümsüz olmanın getirdiği bazı sorumluluklar var. Zamansız ölenler geçidi görevlisi olmak gibi, mızmız ruhlara çayırın sonuna kadar eşlik etmek gibi. Boş işler müdürüydüm kısaca.

Yanağımı yalayan rüzgar bana sorumluluklarımı hatılattı tekrar. Kafamı kaldırıp artık beyaz olamayan bulutlara baktım. Bir mezar gibi kararmışlardı. Çayır artık o kadar da güzel görünmezdi gözünüze. Çılgınca bir rüzgar çimenleri ağır ağır dalgalandırarak yeni bir ruhun gelişini haber veriyordu. 

Bulutlara baktığımda merhumun yüzünü gördüm. Güzel bir kadındı, ölmek için çok gençti. Fakat ölüm seçiçi bir arkadaş değildi. Bilirsiniz herkes ölür. Benim gibi zavallılar dışında.
 Bulutlarda dalgalanan yüz solmaya başladı. Eğer bulutları okumayı biliyorsanız, ya da en azından kafanızı kaldırıp yukarıya bakmayı hatırlarsanız, bu beyaz yığınlar size çok şey anlatabilirler. Ölenlerin yoludur bulutlar. 

Nehire doğru yürümeye başladığımda havanın soğduğunu da hissetmek şerefine nail oldum. Çayırdaki otlar buz tutuyor, nehir yavaşça donuyordu. Anormal bir durum değildi. Bir ruh buraya geldiğinde ortalık hep buz tutardı. Çünkü ruhlar sıcak havaları sevmezler. Bu yüzden cehennem sıcaktır. En azından sizin cehenneminiz sıcak. Benimkinde donmuş nehirler var çünkü. 

Nehrin üzerinde yürüyen ruhu gördüğümde kıyıya varmıştım çoktan. Süzülürcesine yürüyerek önüme geldi. 

“Ne oldu bana?” diye sordu, titrek bir sesle. Sesi yankı yaparmış gibi çıkıyordu.
“ Öldün.” dedim uzatmadan.

Cevabı, yüzyıllardır ilk defa bu kadar şaşırmama neden oldu. Diğer gelenler gibi ağlamaya başlamadı, kendisini dünyaya döndürmem konusunda yalvarmaya ya da rüşvet vermeye de çalışmadı. Sadace bir süre düşünüp “Hmm. Sanırım hatırlıyorum.” dedi. Kabullenişi çok ilginçti doğrusu.

Yüzümü buruşturdum. Bir insanın ölümünü hatırlaması kadar pis bir şey yoktur. Tam ona refakat edebilmek için elimi uzatıyordum ki yeniden konuşmaya başladı. 
“Önce bir isteğim olacak.”

Az daha kahkaha atacaktım. Bir istekmiş daha neler! Hangi insan ölüp bir şey ister ki? Yine de bu kadının ne isteyeceğini merak ediyordum. Hem ilginç bir kadındı hem de şamata koparıp beni yormamıştı. 
“Neymiş bakalım?” dedim sabırsızaca.

“Beni öldüren herifi bulup, bunu ona ödetir misin?”

Gözlerimin içine baktı. Bir “ taş attım da kolum mu yoruldu?” vakaasıyla daha karşı karşıyaydım. Yıllardır dünyaya gitmemiştim. Dükkanı kapatıp on dakika sonra döneceğim diyen esnaflar kadar rahat da davranamazdım. Ama bir şekilde beni cezbetmişti.
 Hem bu kadına acıdığımdan hem de küçük bir tatil bana iyi geleceğinden hayır diyemedim. 
Kafamı olumlu anlamda salladığımda yüzüne yerleşen huzuru unutamayacaktım. Sessizce çayırın sonuna yürüdü ve gözden kayboldu. Ben de ufak bir işi halletmek için geri döndüm, kovulduğum cennete. Dünyaya.

-------------------

Adamın zihninin kırıldığını duyunca gülümsedi küçük kız. Onu öldürmemişti. Öldürülmeyi haketmiyordu çünkü. Ama ölünceye değin taşıyacağı izdırap ve delilik tohumları ekmişti beynine.

Küçük kız duvarın önünde kıvranıp kendi kendine sayıklayan adamın yanından geçip yerdeki cesedin yanına çömeldi. Kadının kulağına “Huzur bul. “ diye fısıldadı rüzgarın uğultusuna karışan bir sesle.  Sonra da geldiği yere, bulutların üstüne, cehennemdeki donmuş nehrine geri döndü. 

Bir Damla Fedakarlık

“Geliyorlar, geliyorlar! Bak!”
Tarlanın ortasında, elinde tırpanıyla durmuş, gökyüzüne bakıyordu. Gözlerindeki delice bakış ve tırpanı kavrayan elinin bembeyaz eklemleri heyecanının ifadesiydi. Kafamı kaldırıp baktığı yere baktığımda dudaklarımdan bir sevinç nidasi dökülüverdi. Bulutlar pamuk şeker cennetinden kopup gelmişcesine yumuşak ve yağmura gebe görünüyorlardı.

Lanet kalkmıştı. Zavallı köyün susuzluk sınırındaki insanları olarak bizler, çok uzun zamandır yağmura hasrettik. Yaklaşık bir yıldır bu böyleydi. Köyün karşısındaki tepede bulunan mezar yandığından beri bir damla bile yağmur düşmemişti bedbah tarlalara. Ne yaz, ne kış, ne sonbahar.

Ve şimdi düşen damlalar, bana lanetin bittiğini, yeniden güzel günlere dönebileceğimizi müjdeliyordu. Tarlanın ortasında çocuklar gibi kahkahalar atan anneme koştum. Kendi kendisine bağırmaya devam ediyordu.

“İşe yaradı. Tanrım şükürler olsun. Yaptığımız her şeye deydi. ”
Söylediklerinden pek bir şey anlamamıştım ancak sorun değildi. Yağmur yağmıştı ya, artık hiçbir şey sorun değildi.

Fakat onun gözlerine baktığımda o kadar basit olmadğını anladım. Yaşlılığın getirdiği hüzünün yanına başka bir şey daha eklenmişti. Onun sonsuz karanlıklara boğulmuş gözlerinde, tuhaf bir gücün meşalesi durmaksızın kıvılcımlar saçıyordu.

Sabah tarlaları kontrol etmeye geldiğimizde fazla tuhaflık sezmemiştim. Çünkü gözlerime bakmamıştı. Her zamanki gibi susuzluktan çatlamış topraklarda daha yeni adını koyabildiğim beklentili bir sessizlikle yürümüştü. Tüm bunlar onun davranışlarına benzemiyordu. Yine de sevincim gerçekleri görmeme engel oldu.
Beraber bir süre yağmurun altında durup bu sonsuz bereketin yüzümüzü yıkamasına ve bizi baştan aşağıya temizlemesine izin verdik. Sonra da saçlarımızdan damlayan suları görmezden gelerek eve dönüş yolunu tuttuk. Suskunluğumuz sevincimizdendi. Artık hayvanlarımız, ekinlerimiz susuzluktan ölmeyecekti. Her şey güzel olacaktı. Yeniden…

Tuhaf bir şeyler olduğunu kasabaya girdikten ve çocuk parkına doğru yaklaşmaya başladıktan sonra farkettim. Fakat durumu çözememmiştim. Annemin de giderek o mutlu halinden sıyrılıp, tedirginleşmeye başladığını görüyordum. Belki de yağmurun yavaşlamasından dolayı böyleydi.

Evimizin olduğu sokağın başına geldiğimizden birden durdu.
“Bugün biraz daha dolaşalım kızım. Ne de olsa olağanüstü bir gün yaşıyoruz.”

Kaçamak bakışlarını görmezden gelmeye çalışarak. “Tamam.” dedim. Yürümeye devam ettiğimizde pazar meydanına vardık. Her şey normal ve olması gerektiği gibi işliyordu. Satıcılar, alıcılar ve izleyiciler. Herkes işini yapıyordu. Sonra birden annemle selam verdiğimiz insanların anneme gülümsedikleri fakat bana baktıklarında yüzlerinde soğuk rüzgarların uğuldadığı kafama danketti.

Normalde hepsi tanıdığım ve sevdiğim insanlardı. Onların da bana karşı aynı sevgiyi beslediklerinden emindim. Ancak bugün herkes tersinden kalkmıştı.

Yürüdükçe pazar meydanından uzaklaştık. Nereye gittiğimizi merak ediyordum doğrusu. Hem kız kardeşimin de bu saatlerde kasaba mektebinden dönmesi gerekirdi. Evde bizi bulamazsa endişeleneceğinden adım gibi emindim.

Yürüdüğümüz yönde evler sona eriyordu. Artık merakım iyice tavan yapmıştı. Bu istikamette yürürsek sadece mezarlığa varabilirdik. Ancak hiçbir kasabalı tepedeki mezar yandığından ve gökyüzünün sulama sistemi tıkandığından beri oraya gitmezdi. Uğursuz bir yerdi mezarlık.

Dönüp bir şey soracak olduğumda annem “Sabırlı ol kızım.” cümlesiyle susturdu beni.

Bende çenemi kapayıp yürümeye devam ettim. Şimdi yağmur iyiden iyiye azalmış, bulutların arasından güneşin kolları görünür olmuştu.

Mezarlıktan içeri girdiğimizde hafifçe ürperdiğimi hissettim. Ölülerin arazisi öncelikli ziyaret mekanlarımdan biri değildi. Bembeyaz mezar taşları, simetrik dizilmiş mezarlar, sulanmış ve aynı boyda kesilmiş çimenler… Sonsuz bir kusursuzluğu simgeliyorlardı.

Yürüdüğümüz yol giderek dikleşirken, ayakkabılarım yağmur sonrası cıvıklaşmış toprakta kaymaya başladı. Mezarlıkların demirbaşı kabul edilen selvi ağaçları bana küçüklüğümü hatırlatmak istercesine üzerimde heyula gibi yükseliyorlardı. Tepenin sonundaki yanmış mezar görüş alanıma girdiğinde kalabalığı da görme şerefine nail oldum. Mezarın çevresinde tanıdık yüzler, yabancı ifadelerle gelişimizi izliyordu.

Zorlu tırmanışımız, kalabalığın önüne geldiğimizde sona erdi. Fena halde soluk soluğa kalmıştım. Ben biraz daha soluklanmaya çalışırken annem yavaş adımlarla kalabalığa doğru yürüdü. Aralarında yerini aldığında suratını bana doğru döndü. Hepsi tek tek yüzümü incelerken sanki suratımda münasebetsiz bir sinek geziniyormuş gibi rahatsız hissediyordum.

Sonunda bu sessizliği yırtan kasabanın manavı oldu. Fakat üzerindeki siyah cüppe ve çatık kaşları onu hiç olmadığı kadar sert gösteriyordu. Bu küçüklüğümde bana elma hediye eden adamla aynı kişi olamazdı.

Suçlayıcı sözcüklerini anneme yöneltti.
“Neden hala ölü değil?”

Kulaklarım bu sözcükleri duymak, beynim algılamak istemiyordu. Belimden aşağıya akan sular belki yağmur damlaları, belki de dehşetin parmaklarıydı. Selvilerin arasında uğuldayan rüzgar, beynimde yankılanıyordu.

Annemin cevabı kanımı bri kez daha dondurdu.
“O sonuncu. En büyük olan. Yağmurlara kavuşmamıza bir basamak kaldı. Onu burada, ayinle öldürmek en doğrusu olacaktır.”

Sonuncu kelimesi defalarca beynimde yankılandı.Neyin sonuncusu? Bir anda olayı anlamamla
yüzüme soğuk su gibi çarpan gerçekler beni dizlerimin üzerine çökmeye zorladı. Kalabalıktan göremediğim iki figür fırlayıp kollarıma yapıştı ve beni ayağa kaldırdı. Bu hareketlerde hiç bir sevecenlik yoktu.

Gözlerimi dolduran yaşların arasında usulca sordum. “Anne kardeşim nerede?”
Suratında gaddarca ve insanlığını sorgulatacak cinsten bir ifadeyle cevapladı.
“O istediklerimiz için küçük bir bedeldi. Tıpkı diğerlerinin çocukları gibi. Yağmurların geri gelmesi için dökülen her kan mübahtır. Sen sonuncu halka ve en yaşlı olan olarak yağmurlara kavuşmak için önümüzdeki son basamaksın.”

Hissizleşmiştim. “Kimsiniz siz?” diye haykırdım. Kelimeler rüzgarın uğultusuna karışmadan akbabalar gibi üzerimizde döndü.

Bu sefer cevaplayan belediye başkanıydı. “ Biz fedakar insanlarız.”

Artık takatim kalmamıştı. Son kelimelerimi akıllıca kullanmayı seçtim. “ Niye?”
Belediye başkanı beklemeden cevapladı.

“Şu an üzerinde durduğun mezara bak. Alelade bir mezar değil bu. Bir şamanın mezarı. Yıllar önce burada yaşamış çok güçlü bir şamanın…Ve bu mezarı yakanlardan bir intikam almak istedi. Siz hiç öğrenmediniz ama bu mezarı bir çocuk yaktı. O da bütün çocukların ruhunu istedi. Bizi anlamak zorundasın. Üzgünüm.”

Kollarımdan tutanların ellerini ağırlaştırdığını hissettim. Zorlukla nefes aldım. Belediye başkanının çıkarıp anneme uzattığı hançer, alet edildiği cinayetlerden sonra hiç temizlenmemişti anlaşılan. Üzerindeki kurumuş kan bunun kanıtıydı. Hançerein kabzasının parıltısı, ölüme doymaz bir canavarın gözlerindeki ışık gibiydi.

Belediye başkanı anneme hitaben “ O senin çocuğun. Bunu sen yapacaksın.” dedi.

Annem yüzündeki kanın çoğu çekilmiş ve endişeden dudaklarını yer durumda üzerime doğru yürüdü. Yüzündeki acımayı görmek ölmekten beterdi. Bir katilin acıması, en ölümcül zehirden bile daha yakıcı ve acı vericiydi.

Hançeri kavrayan parmakları tıpkı bu sabah yağmur bulutlarını gördüğünde tırpanı kavrarken olduğu gibi bembeyaz kesilmişti. Gözlerinde de aynı delilik vardı. Bir an duraksadı sonrasında da hançeri kalbimin üzerinde buldum.

İnanmazlıkla bir soluk koydum. Bilseydim bunun son soluğum olduğunu bir katile harcamazdım öylece. Kollarımı tutan eller gevşedi, mezarın üzerine yığılmama izin verdi. Tümsekli toprağın üzerinde, kalbimin çaresizce çırpınışını duyarak önümdeki ayakları izliyordum.

Siyah, kahverengi, gri hatta kırmızı ayakkabılar… Sıra sıra dizilmiş ölümümü izliyordu. Soluklarım yavaşlarken görüşümü kırmızı noktacıklar işgal etti. Toprağın sarsıldığını birkaç saniye geçtikten sonra anladım. Ayakkabılar korkuyla kaçışmaya başladıklar. Sesler de duyuyordum ancak sanki suyun altındaymışım gibi biraz geç ve yankılı geliyorlardı kulağıma.

Sonra ölü olsam bile duyabileceğime emin olduğum bir kahkaha duydum. “Sizi sefil insanlar. Kendi çocuklarınızı boğazladınız. Ne için, beni geri getirebilmek için. Yirmi masum ruhu öldürdünüz ve beni geri döndürdünüz. Tebrikler! Cehenneme tatil kazandınız.”

Sonrasında büyük bir patlama sesine eşlik eden çığlıklarla, ayakkabılar sendelediler. Taşıdıkları bedenler yere düşerken ben sessiz bir hüzünle izledim. Artık nefes almıyordum.

Annemin çamura bulanmış yüzü de toprakla buluştuğunda gözlerindeki deliliği kovalayan dehşet beni tatmin etmeye yetti. Katillerin suratlarını görmemek için kapanan gözlerim, beni sonsuzluğa geçirecek kapının aralanışını izlediler.

30 Ocak 2011 Pazar

İstiklal Manzaraları

Çantam. Şu anda gözümü sadece çantam bürümüştü. O ağırlığı taşıyabilmek için bırakın hamal olmayı, dünya ağır siklet boks şampiyonu olsanız bile yetmezdi zaten. Yine de zavallı öğrencinin ateşle imtihanı olan "Sınav Şamatasına" adım adım yaklaşmakta olduğumuz şu günlerde bu sadece benim sorunum değildi.

 İstiklal Caddesine bakınız, sürüyle çantasını taşımayı beceremeyen genç görürsünüz. Doğaldır, ürkmeyiniz. Sınav dönemi kapsamında ağır çanta taşımak her öğrenciye farzdır. Bu yüzden böyle eksantrik manzaralar çıkabilir karşınıza. Aslında İstiklal'e baktığınızda dikkatinizi çekecek ilk ve tek şey çantasını taşımayı beceremeyen öğrenciler de değildir. 

Gotiğinden "tikky"sine, ateistinden dincisine, hümanistinden faşistine, komünistine, delisine, akıllısına. Her türlü manyak var yani anlayacağınız. O yüzden tekin yer değildir İstiklal. Özellikle de öğrenciyseniz. Ama en büyük tehlike torbacısı, hırsızı, sapığı değil, önünüze atlayıp bir anket yapmak istiyen, yada size gazete kakalamaya çalışan gereksiz işler müdüreridir. Ben artık bu insanların çalışma stilini çözmek şerefine nail oldum. 
Önce pusuya yatarlar. Sessiz ve çeviktirler. Kalemden pençelerini hazırlar ve saftirik bir kurban adayı bulabilmek amacıyla radar benzeri gözlerini çevrede gezdirirler. Bulduklarında ise Japon bilim adamı amcaların bile daha ortaya çıkaramadığı bir kinetik enerjiye, F1 arabalarını sollayacak bir hızla önünüze atlarlar. Tabi saftirik kurbanımız bir anlık şaşkınlıkla tepkisiz kalır. Bu nadide andan yararlanan yırtıcı hiç durmadan konuşmaya başlar ve kurbanının kafasını yaklaşık bir saat boyunca toparlayamayacağı bir kıvamda karıştırır. Karışıklık esnasında paraları ve "bağış" adı altında, eşkiyaca yol kesme yöntemiyle cebe indirdikleri fazlalıkları alarak eski kurbanı sap gibi ortada bırakıp yeni bir kurban aramaya başlarlar. 

Hani o kadar üstünüze gelmeseler seve seve çıkarıp üzerimde bulunan bütün parayı veririm. Ama bu kadar aptal yerine konmak da bir yerde insanı müthiş soğutuyor o işlerden. Demek ki neymiş Taksim tehlikeli yermiş. Animal Planet belgesellerine konu olmak istemiyorsanız gözünüzü dört açmanız gerekirmiş.  Be sefil insan bugün de bunu anlamış oldu.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Bilinç

“Komiserim, komiserim!”
Telefondaki hafif telaşlı ses elbette ki Ramazan’a aitti.
“Ne oldu Ramazan? Bir sorun mu var öteki kutlama bölgelerinde?”
Ses bir an duraladı. Sanki nasıl anlatacağını bilemiyormuş gibiydi.
“ Yok, şeyy, komiserim, herifin biri boğaz köprüsüne çıkmış, intihar edecekmiş. Üzerinde garip, yırtık pırtık bir noel baba kostümü var. Anlayamadık. İkna edemiyoruz. Bir gelseniz, belki siz halledersiniz.”
Sinirle kan beynime hücum etti. “Ulan beceriksiz herifler, kaç kişisiniz orada bir adamı mı köprüden indiremiyorsunuz? Burada zaten işim başımdan aşkın. Yılbaşı akşamı böyle antin kuntin şeylerle mi uğraşacağım? Zaten Taksim yeterince hareketli, bir de Boğaz sefası mı çıkardınız başıma? “
Telefondaki ses uzunca bir süre duraksadı. Fazla sert çıkıştığımı anladım. Yorgundum, yılbaşımı bırakın ailemle geçirememeyi, köşe bucak tacizci peşinde koşuyordum Taksim’de. Yani hayat pek iyi geçmiyordu benim için. Derin bir nefes alıp yeniden başladım konuşmaya.
“Tamam! En kısa zamanda varmaya çalışacağım oraya. Ben gelene kadar da mukayet olun herife. Boşu boşuna gelmiş olmayayım oralara.”
Ramazan’ın rahatladığı sesinden belli oluyordu.
“Emredersiniz komserim!”
Ceketimi sandalyenin üzerinden aldım. Monitörlerle dolu odaya şöyle bir göz attım. Herkes pür dikkat mobese kameralarının an be an çektiği görüntülere odaklanmış, olası bir taciz ya da kapkaç vakası tespit etmeye çalışıyordu. Kısacası her zamankinden farklı bir yılbaşı geçirmiyorduk.
İç çekip en yakın monitörün başında, gelen görüntüleri incelerken not alan Zeynep’e döndüm.
“Kızım acil bir iş çıktı. Bir yarım saat idare ediverin burayı.”
“Tabi ki komiserim. “ Sonra da biraz daha özel bir konuya gireceğini haber veren endişeli bir bakışla ekledi, “Birine bir şey mi olmuş yoksa?”
Daha sözlerine başlamadan ne demek istediğini anlamıştım zaten.
“Yok Sena iyi. Onunla ilgili bir şey değil?”
Kanser hastası karımı tanımayan yoktu bizim şubede.
Zeynep kafasını sallayıp daha bir hararetle notlar almaya başladı. Kapıdan çıktım ve kışın habercisi ayazlı geceye adım attım.
************
Olay yerine varmam yaklaşık bir saat sürdü. Şu herif intihar etmeden önce köprüyü de rehin almıştı herhalde. Sirenlerim çalışıyor olsa da boşluk olmadığı için kaçamıyordum trafikten. Kesin gebertmiştir kendini bu, boşu boşuna uğraştırıyor beni diye hırslanıyor daha bir şiddetle basıyordum kornaya. Vardığımda arabayı müsait bir köşeye çekip, sıkışan trafiği daha da engellemeyecek bir konuma getirmeye çalıştım.
Arabanın sıcağından gecenin ayazına çıkmak beni kendime getirmiş, düşünmemi daha da kolaylaştırmıştı. Artık yaşlanıyordum. Emeklilik zamanım gelmiş geçiyordu. Ama hiçbir zaman, kahvede oturup iddia oynayan emekliler gibi olamayacağımı biliyordum. O yüzden daha böyle bir girişimde bulunmamıştım.
O sırada koşarak bana gelen Ramazan gözüme ilişti. Soluk soluğa önümde durup konuşmaya başladığında ağzından çıkan ince buhar bulutu havaya karıştı.
“ Tam zamanında yetiştiniz komiserim. Daha fazla tutamayacaktık adamı.”
Aksi aksi başımı sallayıp söylendim. “Neredeymiş bu densiz gösterin bakalım.”
Güvenlik çemberine doğru yürüdük hızlıca. Elbette ki vazgeçilmezimiz olan gazeteci topluluğu da daha ben varmadan kameralarını çıkarıp kayıta başlamıştı.
O anda adamı gördüm. Gerçekten de noel baba kıyafetleri içinde köprüden aşağıya fütursuzca sarkıtıyordu kendini. İlk başta bunun da “Girişim sönüktü ama çıkışım muhteşem olacak.” hayalleriyle buraya gelen manyaklardan biri olduğunu sandım, ama gözlerinde sonradan fark ettiğim delilik kıvılcımı daha önce görmediğim bir şeydi.
Bir iki adım daha atıp yaklaştım adama. Sürekli bir şeyler tekrarlıyordu. Dudakları dua okur gibi kıpırdanıp duruyordu. Biraz daha yaklaştığında dediği şeyleri bölük pörçük olsa da duyabildim.
“O benimle..gitmiyor, tanrım! Ondan kurtulmak zorundayım…kurtulmak…” O sırada Ramazan müdahale etti. “ Sürekli böyle komiserim. Geldiğimizden beri kendi kendine bunları söyleyip duruyor. Hatta bir ara bağırıyordu bile.”
Kafamı sallayıp daha da yakınlaştım. Adam bu hareketliliği farketmiş olacak ki dönüp gözlerimin içine baktı. Sırtımdan aşağıya bir ürperti indi. O gözlerde delilikten çok daha tehlikeli, çok daha eski bir şeylerin izi vardı. Kapkara birer mezar gibiydiler. İnsana ölümü müjdeleyebilirdi sadece.
Hafifçe yutkundum. Bunca yıllık meslek hayatımda ilk defa bu kadar etkilendiğimi hatırlıyorum. Sözcükler boğazıma takılmıştı. Birden yanağımı yalayan rüzgarın etkisiyle kendime geldim. Konuşmaya başladığımda sesim tahmin ettiğim gibi titrek değildi.
“Hey, genç adam! Bak bizi fazla uğraştırma. Yılbaşı günü.. Nasıl bu kadar kolay vazgeçiyorsun? Yaşamaktan vazgeçmek en büyük korkaklıktır. Yoksa bir korkak mısın? Cesurca yüzleşemediğin sorunların mı itti seni ipin ucuna? Haydi in aşağıya her sorun için bir çözüm de vardır. Gel, elimi tut ve konuşalım adam akıllı.”
Son cümlemle birlikte bir adım atıp elimi uzattım. Biliyordum, çok saçma bir konuşma yapmıştım. Hatta intihara kalkışan ben olsaydım bu sözlerden sonra dayanamayıp salıverirdim kendimi aşağıya. Ama o öyle yapmadı. Yavaşça önünü ban döndü ve neredeyse ağır çekimde diyebileceğim bir yavaşlıkla elini bana uzattı.
Teni elime değmeden önce gördüğüm son şey Ramazan’ın montunun ucuydu. Sonrasında sanki şimşek çakmış gibi gözlerim kamaştı. Yeniden görüşüme kavuştuğumdaysa yerden göğe bembeyaz, sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen bir yerdeydim.
Biraz önümde de bir adam yerde oturuyordu. Bu intihar etmek isteyen manyaktı işte. Adam küçük bir kahkaha attı.
“Evet ben o manyağım.” dedi kıkırdayarak.
Dondum. Ama nasıl olabilmişti?
“Oluyor öyle. Şu anda benim bilincim sınırları dahilindesiniz memur, ay pardon, komiser bey. Bu da bana sizin her düşüncenizi ve fikrinizi duyma hakkı verir.”
Yaniden çevreme bakındım. Yılbaşı şakası falan mıydı bu? Kamera neredeydi ki el sallayayım? Bilinç sınıları da nesiydi?
Adam ellerini kaldırıp başına götürdü. Gürültüden başı ağrımış bir adam gibi görünüyordu bu haliyle.
“Evet aynen öyle Komiser şeyy.. adınız Tuna sanırım. Evet çok fazla soru soruyorsunuz ve bu gerçekten çok gürültülü. Biraz daha sabırlı olun. Her şeyi açıklayacağım.”
Sessiz olmaya – gerçekten- çalışarak kafamı salladım.
Adam şakaklarını ovuşturdu.
“Öncelikle ben Burak. Burası da benim bilincim, zihnim ve artık siz ne demek isterseniz orası. Açıkçası bundan sonrasını açıklamak bayağı zor. Anlatacağım şeyler gerçeklik sınırlarını büyük ölçüde zorluyor. Bakın, yaşadıklarımı ben de mantıklı bulmuyorum, ama dünyada her şey mantıkla çözümlenemiyor maalesef.
O köprü raddesine nasıl geldim anlatacağım size. En başlarda ben, fakir bir adamdım. Pil ve bu tür ağır sanayi malzemeleri üreten bir fabrikada gece bekçisiydim.
Ve bir gün nedenini hala anlayamadığım bir şekilde fabrikada yangın çıktı. O sırada içerideydim. Dumandan bayıldığımı ve ellerime yapış yapış bir şeylerin bulaştığını hatırlıyorum. Sonrası yok.
Beni bulup çıkarmışlar oradan. Yaklaşık üç sene önceydi. Hastanede uyandığım andan itibaren başıma musallat olan şey beni o köpüye getirdi.
O yangından sonra bende bir çifte kişilik bozukluğu başladı. Fakat bu psikolojik bir şey değildi. Bunu çok araştırdım. En azından şiddetlenmeden önce. O yangında yanan piller kimyasal bir reaksiyon açığa çıkardı ve bu şey beynime yerleşti.
Önceleri fazla bir sorunum yoktu, sadece çok şiddetli baş ağrıları çekiyordum. Bir gün bu şey o kadar güçlendi ki kan arzulamaya başladı. Beynimde aynı zamanda bir cani taşıyordum. Önceleri ona karşı çıktım, sonralarıysa kontrolü ele geçirmeye başladı. Kısa süreliğine belincimi kaybediyor ve buraya hapsoluyor, onun yaptığı şeyleri bir film gibi izlemek zorunda kalıyordum.
İnsanları öldrüyordu. Evet öldürüyordu. Aynı zamanda dolaylı yoldan bunu ben de yapmış oluyordum. Bu arada işsiz ve beş parasız sokaklarda yatıp kalktığım için polis beni pek ciddiye almıyordu. Kaç kez onlara gidip, katil benim dedim ama dalga geçiyorum zannedip beni patakladılar.”
Büyülenmiş gibi dinliyordum adamın sözlerini. Evet dediği şeyleri doğruluyabilirdim. Böyle seri cineyetlerle uğraşıyorduk bir yıldır. Aynı şekilde bizim çocukların kendileriyle dalga geçen bir çapulcuyu dövdüklerini de duymuş, onları azarlamıştım.
Kendisine Burak diyen adam bana dönüp tekrar gülümsedi.
“Evet o çapulcu bendim işte. Bundan iki hafta önce de bu şeyin – ben daha çok yaratığın demeyi tercih ediyordum- etkisini yitirmeye başladığını hissettim. Hayatımı yola sokmanın vaktiydi bu herhalde. İşlemeye zorlandığım cinayetler hep bir vicdan azabıydı benim için ama devam etmek zorundaydım.
Bir şirkete başvurdum. Yılbaşında noel baba kostümü giyip tanıtım yapmam için beni işe aldılar. Hem para kazanıyordum hem de o canavardan yarı yarıya kurtulmuştum. Ama bu büyük bir yanılgıydı. Bunu o, küçük bir çocuğu öldürdüğünde anladım. Onu engelleyemiyordum. Çocuğun gözleri, yalvarışları…Ben de ölmek istedim. Ve o anda çözümü buldum. Madem onu engelleyemiyordum, o zaman yok ederdim. Kendimden vazgeçmek pahasına. Kontrolü ele geçirip köprüye geldim. Sonra da siz geldiniz komiser. En azından bunları size anlatabildim.”
Bir süre öylece sustum. Tam bir suskunluktu bu. Zihnim bile soru sormayı kesip susmuştu. Karşımdaki adamı bir katil mi yoksa bir kahraman mı olarak nitelendireceğimi kestiremiyordum. Ben daha bir şey söyleyemeden tekrar söze başladı.
“Fazla vaktim yok. O kontrolü ele geçirmeden bitirmeliyim bu işi. Giderek daha fazla baskı yapıyor zihnime. Bakın şu siyahlıklar zihnime sızmayı başardığı yerler.”
İşaret ettiği yere baktığımda gerçekten de katran gibi bir siyahlığın beyaz yüzeyde yollar açarak her geçen saniye daha fazla yer kapladığını gördüm.
Son kez ağzını açtı. “Lütfen yoluma çıkmayın.”
**********
Yeniden gecenin ayazını suratımda hissetmenin bana verdiği sevinç ancak Herakles’in Ölüler Diyarı’ndan çıkmayı başardığı zaman duyduğu sevinçle karşılaştırılabilirdi. Hiçbir şey değişmemişti . Aynı pozisyonda aynı yerde duruyorduk. Ramazan’ın montunun ucu yine görüş alanımdaydı.
Uzattığım eli yavaşça geri çektim. Karşımdaki siyah gözler anlayışla parladı. Bıkkınlık, umutsuzluk ve korku üstün gelmişti. Saniyeler içinde demiri kavrayan parmaklar çözüldü ve katil kendini kim bilir kaç sevgiliyi ayırmış Boğaz sularına bıraktı.
Yanımda Ramazan şiddetle soluk alıp verdi. Korkulukların yanına koşup aşağıya baktı, ama bir iz yoktu. Cesedi hiç bulamadılar. Ben de artık hak ettiğimi düşündüğüm emekliliğe kavuştum. Ve iddia oynayan güruhta yerimi aldım.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Mavi Saçlı Kadın

Yosun kaplı, emektar sandalları koynuna alan, her gün güneşi doğuran ve mavi saçlarını dört bir yana savuran, özgür insanların yurdudur deniz. Bu mavi gözlü, hırçın dalgalı güzel kadın, Poseidon'un yankısını taşıyan tuzlu sularıyla, denizde gezinen yalnız denizcilerin en sadık karısıdır. Ve hırçın lodoslarla kardeştir, kokusunu uzaklara taşıyan. Sonsuz maviliğine çeker insanı, bir sonu olmayan dalgalarıyla ehlileştirir. 

 Geceleri gümüş yakamozlarıyla dans eder Ay'ın. Sonsuz gençliğin simgesidir. Aynı zamanda da sonsuz bilgeliğin. Taştan banklara oturup bakın uzun süre bu gizemli kadına. Belkide göz kırptığını görürsünüz altın gülüşlü bir su perisinin, Odysseus'a yol gösteren.