19 Şubat 2011 Cumartesi

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace: "2050’de dünyadaki balık stokları tükenecek. Denizleri hala sonsuz bereket kaynağı olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı bitti. Gerı kalan %40 ise 40 yıl içinde son bulacak. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek."

Biliyorsunuz, dünya denizlerindeki balıklar tükenme tehlikesi altında. Bir Türk'ün rakı - balık sofrası vazgeçilmezdir. Fakat bu gidişle avlanabilecek balıklar tükenecek. Eğer buna siz de dur demek istiyorsanız, yukarıdaki linke buyrun.

13 Şubat 2011 Pazar

Cehennemdeki Donmuş Nehir



Katil ellerindeki kana bakakaldı. Yerde kadının cesetinin yanında kendisine yollar açarak ilerlemekte olan kırmızı  birikinti, sokak lambalarının ışığının altında ölümün yumuşak parıltısını saçmaktaydı. Kadının gözleri parlaklığını yitirmiş, çöp tenekelerinin yanındaki basit ve zamansız ölümünü kabullenmiş bir ifadeye bürünmüştü. 

Katil iki adım geriledi ve tenekelerin karşısında duran, ara sokağın sınırlarını belirleyen duvarın dibine çöktü. Bu işte yeni olduğu faltaşı gibi açılmış kara gözlerinden belliydi. O gözlerde az önce bir can almış olmanın getirdiği inanmazlık ve delilik rüzgarları uğulduyordu. Nedensiz cinayetin getirdiği delilik. 

Çöp tenekelerinin üstünde kara bir kedinin, gözlerini hiç kırpmadan kendisine baktığını, dehşetinden kurtulmaya başladığı zaman farketti. Suçlayan mavi gözler, şaşırtıcı zeka parıltılarıyla yanıp sönerek, acıyan bir insanın bakışlarındaki kederi taşıyordu. Katil dehşetinin yeniden başının arkasını dürtüklediğini hissetti. 

Gözleri kanların ortasında boylu boyunca uzanmış kadına kaydı. Onun yerinde olmak istedi. Huzurlu ve umursamaz. Kendisiyle dalga geçercesine dingin bakan açık kalmış gözleriyle, öylece yatıyordu işte.

Katil daha fazla bakmaya dayanamadığından kafasını çevirdi ve kedinin eski yerinde duran küçük kızı gördü. İki yandan örgü yapılmış saçları, alaycı mavi gözleri ve donuk yarım gülümsemesiyle oradaydı. Bir intikam meleği gibi dikiliyordu. Ölmüş kızını görüyor olmanın verdiği dehşetle, yarım bir çığlık bile atamadı katil. O susunca sessizleşen dünyada, ruhunun kırıldığını, paramparça olduğunu duydu.

-----------------
                                                         
Yeşil çayıra baktım. Önümde sonsuz bir düzlükle uzanıyordu. Yeşilin her tonunda, çıldırtıcı derecede mükemmel. Ortasından geçen safir rengi nehire nispet yapar gibi dalgalanıyordu çimenler, nereden geldiği belli olmayan rüzgarlarla. Dünyada safir rengi ya da mavinin herhangi bir tonunda nehir göremezsiniz. Aynı şekilde dünyada kutsal bir nehir de göremeyeceğiniz için pek garipsememelisiniz bu durumu. Hiçbir yer ölüler diyarı kadar yapmacık değildir bu bakımdan. 

Masmavi bir göyüzü, parlak yeşil çimenler, kaz tüyü gibi yumuşak görünen bulutlar ve safir rengi bir nehir. Hepsi bir cehennem yaratmak için yeterlidir. En azından benim cehennemimi yaratmak için yeterlidir, sizinkini bilemem. 

Ah, hayır ben bir ölü değilim. Ben bir Görevli'yim.  Keşke bir ölü kadar sorumsuz olabilsem ama ölümsüz olmanın getirdiği bazı sorumluluklar var. Zamansız ölenler geçidi görevlisi olmak gibi, mızmız ruhlara çayırın sonuna kadar eşlik etmek gibi. Boş işler müdürüydüm kısaca.

Yanağımı yalayan rüzgar bana sorumluluklarımı hatılattı tekrar. Kafamı kaldırıp artık beyaz olamayan bulutlara baktım. Bir mezar gibi kararmışlardı. Çayır artık o kadar da güzel görünmezdi gözünüze. Çılgınca bir rüzgar çimenleri ağır ağır dalgalandırarak yeni bir ruhun gelişini haber veriyordu. 

Bulutlara baktığımda merhumun yüzünü gördüm. Güzel bir kadındı, ölmek için çok gençti. Fakat ölüm seçiçi bir arkadaş değildi. Bilirsiniz herkes ölür. Benim gibi zavallılar dışında.
 Bulutlarda dalgalanan yüz solmaya başladı. Eğer bulutları okumayı biliyorsanız, ya da en azından kafanızı kaldırıp yukarıya bakmayı hatırlarsanız, bu beyaz yığınlar size çok şey anlatabilirler. Ölenlerin yoludur bulutlar. 

Nehire doğru yürümeye başladığımda havanın soğduğunu da hissetmek şerefine nail oldum. Çayırdaki otlar buz tutuyor, nehir yavaşça donuyordu. Anormal bir durum değildi. Bir ruh buraya geldiğinde ortalık hep buz tutardı. Çünkü ruhlar sıcak havaları sevmezler. Bu yüzden cehennem sıcaktır. En azından sizin cehenneminiz sıcak. Benimkinde donmuş nehirler var çünkü. 

Nehrin üzerinde yürüyen ruhu gördüğümde kıyıya varmıştım çoktan. Süzülürcesine yürüyerek önüme geldi. 

“Ne oldu bana?” diye sordu, titrek bir sesle. Sesi yankı yaparmış gibi çıkıyordu.
“ Öldün.” dedim uzatmadan.

Cevabı, yüzyıllardır ilk defa bu kadar şaşırmama neden oldu. Diğer gelenler gibi ağlamaya başlamadı, kendisini dünyaya döndürmem konusunda yalvarmaya ya da rüşvet vermeye de çalışmadı. Sadace bir süre düşünüp “Hmm. Sanırım hatırlıyorum.” dedi. Kabullenişi çok ilginçti doğrusu.

Yüzümü buruşturdum. Bir insanın ölümünü hatırlaması kadar pis bir şey yoktur. Tam ona refakat edebilmek için elimi uzatıyordum ki yeniden konuşmaya başladı. 
“Önce bir isteğim olacak.”

Az daha kahkaha atacaktım. Bir istekmiş daha neler! Hangi insan ölüp bir şey ister ki? Yine de bu kadının ne isteyeceğini merak ediyordum. Hem ilginç bir kadındı hem de şamata koparıp beni yormamıştı. 
“Neymiş bakalım?” dedim sabırsızaca.

“Beni öldüren herifi bulup, bunu ona ödetir misin?”

Gözlerimin içine baktı. Bir “ taş attım da kolum mu yoruldu?” vakaasıyla daha karşı karşıyaydım. Yıllardır dünyaya gitmemiştim. Dükkanı kapatıp on dakika sonra döneceğim diyen esnaflar kadar rahat da davranamazdım. Ama bir şekilde beni cezbetmişti.
 Hem bu kadına acıdığımdan hem de küçük bir tatil bana iyi geleceğinden hayır diyemedim. 
Kafamı olumlu anlamda salladığımda yüzüne yerleşen huzuru unutamayacaktım. Sessizce çayırın sonuna yürüdü ve gözden kayboldu. Ben de ufak bir işi halletmek için geri döndüm, kovulduğum cennete. Dünyaya.

-------------------

Adamın zihninin kırıldığını duyunca gülümsedi küçük kız. Onu öldürmemişti. Öldürülmeyi haketmiyordu çünkü. Ama ölünceye değin taşıyacağı izdırap ve delilik tohumları ekmişti beynine.

Küçük kız duvarın önünde kıvranıp kendi kendine sayıklayan adamın yanından geçip yerdeki cesedin yanına çömeldi. Kadının kulağına “Huzur bul. “ diye fısıldadı rüzgarın uğultusuna karışan bir sesle.  Sonra da geldiği yere, bulutların üstüne, cehennemdeki donmuş nehrine geri döndü. 

Bir Damla Fedakarlık

“Geliyorlar, geliyorlar! Bak!”
Tarlanın ortasında, elinde tırpanıyla durmuş, gökyüzüne bakıyordu. Gözlerindeki delice bakış ve tırpanı kavrayan elinin bembeyaz eklemleri heyecanının ifadesiydi. Kafamı kaldırıp baktığı yere baktığımda dudaklarımdan bir sevinç nidasi dökülüverdi. Bulutlar pamuk şeker cennetinden kopup gelmişcesine yumuşak ve yağmura gebe görünüyorlardı.

Lanet kalkmıştı. Zavallı köyün susuzluk sınırındaki insanları olarak bizler, çok uzun zamandır yağmura hasrettik. Yaklaşık bir yıldır bu böyleydi. Köyün karşısındaki tepede bulunan mezar yandığından beri bir damla bile yağmur düşmemişti bedbah tarlalara. Ne yaz, ne kış, ne sonbahar.

Ve şimdi düşen damlalar, bana lanetin bittiğini, yeniden güzel günlere dönebileceğimizi müjdeliyordu. Tarlanın ortasında çocuklar gibi kahkahalar atan anneme koştum. Kendi kendisine bağırmaya devam ediyordu.

“İşe yaradı. Tanrım şükürler olsun. Yaptığımız her şeye deydi. ”
Söylediklerinden pek bir şey anlamamıştım ancak sorun değildi. Yağmur yağmıştı ya, artık hiçbir şey sorun değildi.

Fakat onun gözlerine baktığımda o kadar basit olmadğını anladım. Yaşlılığın getirdiği hüzünün yanına başka bir şey daha eklenmişti. Onun sonsuz karanlıklara boğulmuş gözlerinde, tuhaf bir gücün meşalesi durmaksızın kıvılcımlar saçıyordu.

Sabah tarlaları kontrol etmeye geldiğimizde fazla tuhaflık sezmemiştim. Çünkü gözlerime bakmamıştı. Her zamanki gibi susuzluktan çatlamış topraklarda daha yeni adını koyabildiğim beklentili bir sessizlikle yürümüştü. Tüm bunlar onun davranışlarına benzemiyordu. Yine de sevincim gerçekleri görmeme engel oldu.
Beraber bir süre yağmurun altında durup bu sonsuz bereketin yüzümüzü yıkamasına ve bizi baştan aşağıya temizlemesine izin verdik. Sonra da saçlarımızdan damlayan suları görmezden gelerek eve dönüş yolunu tuttuk. Suskunluğumuz sevincimizdendi. Artık hayvanlarımız, ekinlerimiz susuzluktan ölmeyecekti. Her şey güzel olacaktı. Yeniden…

Tuhaf bir şeyler olduğunu kasabaya girdikten ve çocuk parkına doğru yaklaşmaya başladıktan sonra farkettim. Fakat durumu çözememmiştim. Annemin de giderek o mutlu halinden sıyrılıp, tedirginleşmeye başladığını görüyordum. Belki de yağmurun yavaşlamasından dolayı böyleydi.

Evimizin olduğu sokağın başına geldiğimizden birden durdu.
“Bugün biraz daha dolaşalım kızım. Ne de olsa olağanüstü bir gün yaşıyoruz.”

Kaçamak bakışlarını görmezden gelmeye çalışarak. “Tamam.” dedim. Yürümeye devam ettiğimizde pazar meydanına vardık. Her şey normal ve olması gerektiği gibi işliyordu. Satıcılar, alıcılar ve izleyiciler. Herkes işini yapıyordu. Sonra birden annemle selam verdiğimiz insanların anneme gülümsedikleri fakat bana baktıklarında yüzlerinde soğuk rüzgarların uğuldadığı kafama danketti.

Normalde hepsi tanıdığım ve sevdiğim insanlardı. Onların da bana karşı aynı sevgiyi beslediklerinden emindim. Ancak bugün herkes tersinden kalkmıştı.

Yürüdükçe pazar meydanından uzaklaştık. Nereye gittiğimizi merak ediyordum doğrusu. Hem kız kardeşimin de bu saatlerde kasaba mektebinden dönmesi gerekirdi. Evde bizi bulamazsa endişeleneceğinden adım gibi emindim.

Yürüdüğümüz yönde evler sona eriyordu. Artık merakım iyice tavan yapmıştı. Bu istikamette yürürsek sadece mezarlığa varabilirdik. Ancak hiçbir kasabalı tepedeki mezar yandığından ve gökyüzünün sulama sistemi tıkandığından beri oraya gitmezdi. Uğursuz bir yerdi mezarlık.

Dönüp bir şey soracak olduğumda annem “Sabırlı ol kızım.” cümlesiyle susturdu beni.

Bende çenemi kapayıp yürümeye devam ettim. Şimdi yağmur iyiden iyiye azalmış, bulutların arasından güneşin kolları görünür olmuştu.

Mezarlıktan içeri girdiğimizde hafifçe ürperdiğimi hissettim. Ölülerin arazisi öncelikli ziyaret mekanlarımdan biri değildi. Bembeyaz mezar taşları, simetrik dizilmiş mezarlar, sulanmış ve aynı boyda kesilmiş çimenler… Sonsuz bir kusursuzluğu simgeliyorlardı.

Yürüdüğümüz yol giderek dikleşirken, ayakkabılarım yağmur sonrası cıvıklaşmış toprakta kaymaya başladı. Mezarlıkların demirbaşı kabul edilen selvi ağaçları bana küçüklüğümü hatırlatmak istercesine üzerimde heyula gibi yükseliyorlardı. Tepenin sonundaki yanmış mezar görüş alanıma girdiğinde kalabalığı da görme şerefine nail oldum. Mezarın çevresinde tanıdık yüzler, yabancı ifadelerle gelişimizi izliyordu.

Zorlu tırmanışımız, kalabalığın önüne geldiğimizde sona erdi. Fena halde soluk soluğa kalmıştım. Ben biraz daha soluklanmaya çalışırken annem yavaş adımlarla kalabalığa doğru yürüdü. Aralarında yerini aldığında suratını bana doğru döndü. Hepsi tek tek yüzümü incelerken sanki suratımda münasebetsiz bir sinek geziniyormuş gibi rahatsız hissediyordum.

Sonunda bu sessizliği yırtan kasabanın manavı oldu. Fakat üzerindeki siyah cüppe ve çatık kaşları onu hiç olmadığı kadar sert gösteriyordu. Bu küçüklüğümde bana elma hediye eden adamla aynı kişi olamazdı.

Suçlayıcı sözcüklerini anneme yöneltti.
“Neden hala ölü değil?”

Kulaklarım bu sözcükleri duymak, beynim algılamak istemiyordu. Belimden aşağıya akan sular belki yağmur damlaları, belki de dehşetin parmaklarıydı. Selvilerin arasında uğuldayan rüzgar, beynimde yankılanıyordu.

Annemin cevabı kanımı bri kez daha dondurdu.
“O sonuncu. En büyük olan. Yağmurlara kavuşmamıza bir basamak kaldı. Onu burada, ayinle öldürmek en doğrusu olacaktır.”

Sonuncu kelimesi defalarca beynimde yankılandı.Neyin sonuncusu? Bir anda olayı anlamamla
yüzüme soğuk su gibi çarpan gerçekler beni dizlerimin üzerine çökmeye zorladı. Kalabalıktan göremediğim iki figür fırlayıp kollarıma yapıştı ve beni ayağa kaldırdı. Bu hareketlerde hiç bir sevecenlik yoktu.

Gözlerimi dolduran yaşların arasında usulca sordum. “Anne kardeşim nerede?”
Suratında gaddarca ve insanlığını sorgulatacak cinsten bir ifadeyle cevapladı.
“O istediklerimiz için küçük bir bedeldi. Tıpkı diğerlerinin çocukları gibi. Yağmurların geri gelmesi için dökülen her kan mübahtır. Sen sonuncu halka ve en yaşlı olan olarak yağmurlara kavuşmak için önümüzdeki son basamaksın.”

Hissizleşmiştim. “Kimsiniz siz?” diye haykırdım. Kelimeler rüzgarın uğultusuna karışmadan akbabalar gibi üzerimizde döndü.

Bu sefer cevaplayan belediye başkanıydı. “ Biz fedakar insanlarız.”

Artık takatim kalmamıştı. Son kelimelerimi akıllıca kullanmayı seçtim. “ Niye?”
Belediye başkanı beklemeden cevapladı.

“Şu an üzerinde durduğun mezara bak. Alelade bir mezar değil bu. Bir şamanın mezarı. Yıllar önce burada yaşamış çok güçlü bir şamanın…Ve bu mezarı yakanlardan bir intikam almak istedi. Siz hiç öğrenmediniz ama bu mezarı bir çocuk yaktı. O da bütün çocukların ruhunu istedi. Bizi anlamak zorundasın. Üzgünüm.”

Kollarımdan tutanların ellerini ağırlaştırdığını hissettim. Zorlukla nefes aldım. Belediye başkanının çıkarıp anneme uzattığı hançer, alet edildiği cinayetlerden sonra hiç temizlenmemişti anlaşılan. Üzerindeki kurumuş kan bunun kanıtıydı. Hançerein kabzasının parıltısı, ölüme doymaz bir canavarın gözlerindeki ışık gibiydi.

Belediye başkanı anneme hitaben “ O senin çocuğun. Bunu sen yapacaksın.” dedi.

Annem yüzündeki kanın çoğu çekilmiş ve endişeden dudaklarını yer durumda üzerime doğru yürüdü. Yüzündeki acımayı görmek ölmekten beterdi. Bir katilin acıması, en ölümcül zehirden bile daha yakıcı ve acı vericiydi.

Hançeri kavrayan parmakları tıpkı bu sabah yağmur bulutlarını gördüğünde tırpanı kavrarken olduğu gibi bembeyaz kesilmişti. Gözlerinde de aynı delilik vardı. Bir an duraksadı sonrasında da hançeri kalbimin üzerinde buldum.

İnanmazlıkla bir soluk koydum. Bilseydim bunun son soluğum olduğunu bir katile harcamazdım öylece. Kollarımı tutan eller gevşedi, mezarın üzerine yığılmama izin verdi. Tümsekli toprağın üzerinde, kalbimin çaresizce çırpınışını duyarak önümdeki ayakları izliyordum.

Siyah, kahverengi, gri hatta kırmızı ayakkabılar… Sıra sıra dizilmiş ölümümü izliyordu. Soluklarım yavaşlarken görüşümü kırmızı noktacıklar işgal etti. Toprağın sarsıldığını birkaç saniye geçtikten sonra anladım. Ayakkabılar korkuyla kaçışmaya başladıklar. Sesler de duyuyordum ancak sanki suyun altındaymışım gibi biraz geç ve yankılı geliyorlardı kulağıma.

Sonra ölü olsam bile duyabileceğime emin olduğum bir kahkaha duydum. “Sizi sefil insanlar. Kendi çocuklarınızı boğazladınız. Ne için, beni geri getirebilmek için. Yirmi masum ruhu öldürdünüz ve beni geri döndürdünüz. Tebrikler! Cehenneme tatil kazandınız.”

Sonrasında büyük bir patlama sesine eşlik eden çığlıklarla, ayakkabılar sendelediler. Taşıdıkları bedenler yere düşerken ben sessiz bir hüzünle izledim. Artık nefes almıyordum.

Annemin çamura bulanmış yüzü de toprakla buluştuğunda gözlerindeki deliliği kovalayan dehşet beni tatmin etmeye yetti. Katillerin suratlarını görmemek için kapanan gözlerim, beni sonsuzluğa geçirecek kapının aralanışını izlediler.