Hayattan Notlar

*Günlük hayattan tatlar, bazen saçmalıklar ve bazen de ciddi olmayan ciddi konular anlatacağım size. Kalemim kırılmadığı, zihnim yok olmadığı sürece.
1


 Onu farketmemin nedeni bana bakmamasıydı. Diğer insanların aksine, durakta öylece ellerine izleyerek ve ara sıra da kendi kendine söylenerek oturuyordu. Tuhaf görünüşlü bir kadın olduğunu söyleyebilirdim. Aslında diğer insanların yaptıklarından başka şeyler yapan herkesin tuhaf sayıldığı bir çağdaydık.

Toplumumuzda, otobüsle seyahat eden insanların yüzüne dik dik bakmak gibi bir fantezi vardır. Bu bakışların yarattığı yüksek dozajdaki rahatsızlığı, otobüsle sık sık seyahat eden insanlar bilir. İşte o kadın, dik dik bakanların aksine, beni rahatsız etmemesi sayesinde ilgimi çekmişti.

Yine bir öküz - tren çıkmazı içindeydik. İçimden bir ses camı açıp " Ne bakıyorsunuz ?" diye bağırma taraftarıydı. Ama ben taraf tutmam. O yüzden sadece oturup izledim. İnsanlar ilk önce yolculuğun nereye olduğunu öğrenmek için otobüsün ön camındaki ışıklı tabelaya bakıyor, “Taksim- Hamidiye Mah. “ yazısı içlerini açmayınca da trenin geçişini izleyen bir sürü gibi, boş ve hayattan bıkmış gözlerle bizi dikizliyorlardı.

Rahatsız ediciydi. İnsanda elleriyle yüzünü saklama isteği uyandırıyordu. Fakat benim, otobüste yaşanılan sahne korkusuyla ilk defa karşılaşışım değildi bu. Her Allah'ın günü aynı insanlar, aynı pozisyonda, aynı surat ifadeleriyle, oturdukları yerden “zavallı otobüs insanları” nı süzerdi. Hatta bir ara ciddi ciddi bu insanların sırf bizi izlemek için geldikleri gibi paronayak bir fikre kapılmıştım.

 Genelde otobüs hareket edene kadar devam eden bu rahatsızlık, İETT durağından çıktıktan sonra yerini hoş bir ferahlık ve özgürlük hissine bırakırdı. Ayı oynatıyormuşuz gibi otobüse bakanların aksine, bize tamamen kayıtsız kalan o kadın şu dünyada aklı başında insanların var olabileceğine de inandırmıştı beni.

 Duraklar giderek geride kalırken, kadını da karmaşık düşünce çöplüğümde geri plana atmam kolay olmuştu. Tabi otobüsün ilerlerken yarattığı sarsılmalar  ve aniden otobüsün önüne atlayan bir çocuğun yarattığı “ekşın”  da geri kalan düşünceleri unutmamda rol oynamadı diyemem.

Ertesi gün, okul çıkışı yine o durağa gittiğimde, kadını dün akşamki pozisyonunun aynısında buldum. Dikkatli bakınca ilgimi daha çok çekmişti doğrusu. Buruş buruş bir yüzü ve önleri grileşmiş, arkalarıysa simsiyah boyanmış saçları vardı. Ancak ilgimi en çok çeken şey, cart kırmızı leopar desenli kenarları siyah dantel işlemeli elbisesi, onun bir ton açığı deri, eskimiş bir ceket ve orta çağdan kalma gibi görünen siyah, dize kadar uzanan çizmelerdi. İnsan böyle bir kombinasyon gördüğünde diğer şeylere pek dikkat edemiyor.

 Merak kediyi öldürürmüş. Ölmeden önce yaptığım son şeyin o kadının yanına oturmak olmasını pek istemezdim doğrusu. Yine de gittim ve oturdum. Bir yandan da saatimi kontrol ediyor ve gelen otobüsü kaçırmayayım diye yolu kolaçan ediyordum.

Sonradan farkettim ki kadında paranoyak olan bir şeyler vardı. Kendi kendine söylenmeyi bıraktığı anlarda sağa sola bakıp duruyordu. Yüzüne peynir çalarken yakalanmış bir tilkinin kurnaz ve endişeli ifadesi yerleşiyordu.
 Bir an sanki ona baktığımı hissetmiş gibi aniden dönüp gözlerimin içine baktı. Sanırım şu anda da benim yüzüme repliğini unutmuş bir oyuncunun yüz kızarıklığı yerleşiyordu. Etme bulma dünyası neylersin.

Kadının kömür karası gözlerinde bir madencinin yılgınlığını buldum. Tuhaf, adını koyamadığım bir alev dans ediyordu o gözlerde. Bir saniye sonra gözlerini benden ayırdı. Tekrar öne eğilip bu sefer duyabildiğim bir sesle ve hiddetle konuştu.

“Pezevenk! Hala gelmedi. Ne zaman yüzüğü bulacak da gelecek. Pezevenk...”

Aynı cümleyi tekrar tekrar söylemeye başladı. Haliyle ben de irkilip bankta ondan biraz uzağa kaydım. Durağın önünden geçerken kadının söylediklerini  ve benim tepkimi farketmiş, hareket amirliğinde çalışan tonton bir memur amca gülümseyip, yanına gelmemi işaret etti. Normalde iyi bir çocuğumdur, yabancılarla konuşmam. Ama bu kadar tonton bir memur amcadan bu kadar sevimli bir gülümseme gelince insan şeker falan mı verecek diye merak ediyor doğrusu. Üşenmedim, kalkıp yanına gittim. Kulama eğildi.

“ Korkma kızım, o buranın delisidir. Her gün süslenip püslenip gelir, müstakbel koca adayını bekler. Beklediği koca adayı da gelmediğinde sinirlenip, küfretmeye başlar. Sen korkma zararsızdır. Bu dünyadakilerle işi yok onun.”

Amcanın dev cüssesinden arta kalan manzarada beklediğim otobüsün geldiğini görünce tüm şirinliğimi takınıp, teşekkür edip, otobüsüme koştum. Her zamanki gibi de cam kenarına oturdum. Fakat bu sefer gözünü dikip bana bakan insanlardan o kadar rahatsız olmadım. Sonuçta dünyada aklı başında insanlar olduğu varsayımım yine yanlış çıkmıştı. Diğer tüm varsayımlarım gibi. Otobüs hareket edip de durakta hala gelmeyen kocasını bekleyen kadın gözden kaybolurken iç geçirdim. Gelsin hayat, bildiği gibi gelsin!



*Büyük şair Ataol Behramoğluna. Şiirlerini hayatıma kattığı için.

2

Hayat kısa. Başkaları tabutumuzu sırtlayana kadar ne zaman geldi ne zaman geçti anlayamıyoruz bir türlü. Ruhunu şeytana satmış robotlar gibi bir hiçliğe uyanıyoruz her sabah, hüzünlü ve amaçsız. Hiç iz bırakmamacasına aynı boşluk ve hissizlikle ölüyoruz bi sonbahar sabahı. Belki de ilkbahar. Gri kaldırımlar gibi soğuk ve neşesiz geçiyor ömrümüz ne yazık ki. 
  Oysa mavi gökyüzüne bakıp mutlu olabilmek, bir çocuğun balonunu izlerken yaşadığı sevinci tadabilmek, hayatın ardındaki gri fonu gökkuşaklarıyla değiştirebilmek ne kadar imkansız geliyor ademoğluna.
  “İnsan balıklama dalmalı içine hayatın,
   Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına.”

  Ne kadar haklı Ataol üstadın bu dizeleri. Hayatın akıntısında sürüklenmedikçe, dalgalarıyla bütünleşmedikçe ve bazen de panikleyip tuzlu suyunu yutmadıkça kim yaşamış sayr kendisini. Yaşamk bir piyanonun sesiyle gençleşmektir, sevginin her tonunda kaybolmak, ayrılıklarla olgunlaşmaktır.

  Bunları hissetmedikçe ancak bir ot kadar yaşamış sayabiliriz kendimizi. En büyük pişmanlığımız yapamadıklarımız olur. İşte bu da yaşamayı bilmeyen insanların hazin sonudur.






3

 Son zamanlarda insanların dilinde bir sevgi sözcüğü, almış başını gidiyor. En alakasız, biririne ölümüne kin besleyen insanlar bile “Seni seviyorum.” diyebiliyor. Yalanlardan sararmış maskelerinin ardından bsaşkalarına sevgi sözcükleri fısıldayabiliyorlar. Açıkçası iğreniyorum sevginin ne demek olduğunu bilmeyen insanların bu yalanlarından. Özellikle de paranın en büyük din olduğu şu devirde.

 Aslında beni yakından tanısaydınız bu sözlerime “Yürü git be!” tarzı bir tepki vermenizi anlayışla karşılardım. Ailemin ağzından düşmeyen “soğuk nevale” lakabını hakkıyla taşıyan biri olarak sevgi hakkında bir şeyler söylemem bana bile mantıksız geliyor. Ama bu çelikten zırhı giymiş olmamın tek nedeni kendi seçimlerim değildi.

Çocukluğum karamsar bir “sevgisizlik” teması üzerinde geçti. Annemin de babamın da öğretmen olması benim için erken yaşlarda başlayan bir disiplin çılgınlığına kurban gitmek demekti. Meslekleri dolayısıyla benim öğrencileri mi evlatları mı olduğuma bir türlü karar veremeyen ebeveyinlerim ilerideki soğukluk ve güvensizlik felsefemi oluşturacak ilk tohumları kendi elleriyle ektiler.

 Ailemin sevgi ve sadakatine bile güvenemediğim bir dönem yaşadım. Yalnızdım, hiç arkadaşım yoktu, sevgi göstermeye çalıştığım herkes beni bir şekilde yaralamıştı. Kardeşimi doğması ve çocuksu bir kıskançlıkla bütün ilginin onun üzerinde olmasına sinirlenmem bile ağır tepkilere yol açtı. Daha beş yaşında olmama rağmen “mantıklı düşünememek” le suçlandım.

Büyüdükçe zırhımın katmanları kalınlaşıyor, insanlara karşı içimdeki dur durak bilmeyen nefret de benimle bereber büyüyordu. İlkokul ve ortaokul yaşantısına adım atışım, sevginin insanın başına bela açmaktan başka bir işe yaramadığı kanımı güçlendirmişti. Dostum olarak sayabileceğim kimsem yoktu. Entirika ve hiyararşiyi “Ali topu at.” yazmayı öğrenmeden önce öğrendim. Sürekli okul değiştirdim. Hiçbir ortama tututnamadım. Ailemin seçiciliği ve katı baskıları yüzünden kimse beni arkadaşı olarak görmek istemiyordu.

 En sonunda, liseye kadar, yalnızlığı doruklarında yalın ayak dolaşacağım bir özel okula gönderildim. Sadakat artık benim için uçan atlarla aynı kefedeydi. O okulda fransızlar gibi kin taşımayı öğrendim.Ve aynı zamanda kibiri de. Yaşadığım yegane güzel şeyse kitaplarla tanışmam olmuştu.

Beş yıl boyunca dur durak bilmeden annemlerin başarı hayallerini gerçekleştirmeye çalıştım. Sürekli başka çocuklarla kıyaslandım. Ben ailemi başkalarının aileleriyle kıyasladığımdaysa ukala damgası yedim. Biraz daha büyüdüğümdeyse yaşımın gerekleri yüzünden iyice sinirli, tartışmaya açık ve her cümleye nükteyle karşılık veren biri olup çıkmıştım. Akrabalarımın gözünde “evil” bir karakterdim.

Yılların getirdiği güvensizlikle kimseye sevecenlik göstermemek konusunda demir kadar serttim. SBS yıllarıysa en korkunç zamanlardı. Düşünmeme, fikir üretmeme, bir ruhum olduğunu göstermeme ve en acısı kitap okumama izin yoktu. Kendimi kafese kapatılmış vahşi bir hayvan gibi hissediyordum. Mantıksal dünyaya sıkışıp kalmıştım.

SBS dönemi de bitti ve liseye geçmemle beraber üzerimdeki baskı da biraz azaldı. Yine de ben üzerimdeki gözle görülmeyen tonlarca ağırlıktaki zırhımla ve yüzümdeki acılı gülümemeyle dolaşmaktan vazgeçmedim.

Şimdi dönüp yanımda sevgiden bahseden insanlara şöyle bir göz atıyorum. Ya da benim de bir zamanlar sevgiye muhtaç olduğumu anlayamayan aileme. Beni soğuklukla suçlayan arkadaşlarıma...
Ne yazık ki benim neden böyle biri olduğumu hala anlayamadılar.

İnsanı şartlar şekillendirir. Sevgisiz bir ortamda büyürken sevginin de değerini anladım. Sevgi öylece çiçek tohumları gibi her yere saçılabilecek bir şey değildir. Sözcüklere ihtiyacı yoktur. Sevginin değerini anlayanlar bir anlamda ona muhtaç olanlardır.

Benim en büyük korkumsa içimde hala yaşamaya devam eden saf sevginin bu maddi dünyada kirletilmesi. Bu olmadığı sürece varsın insanlar beni "soğuk nevale" sansın. Mühim değil.