22 Aralık 2010 Çarşamba

Mavi Saçlı Kadın

Yosun kaplı, emektar sandalları koynuna alan, her gün güneşi doğuran ve mavi saçlarını dört bir yana savuran, özgür insanların yurdudur deniz. Bu mavi gözlü, hırçın dalgalı güzel kadın, Poseidon'un yankısını taşıyan tuzlu sularıyla, denizde gezinen yalnız denizcilerin en sadık karısıdır. Ve hırçın lodoslarla kardeştir, kokusunu uzaklara taşıyan. Sonsuz maviliğine çeker insanı, bir sonu olmayan dalgalarıyla ehlileştirir. 

 Geceleri gümüş yakamozlarıyla dans eder Ay'ın. Sonsuz gençliğin simgesidir. Aynı zamanda da sonsuz bilgeliğin. Taştan banklara oturup bakın uzun süre bu gizemli kadına. Belkide göz kırptığını görürsünüz altın gülüşlü bir su perisinin, Odysseus'a yol gösteren. 

11 Aralık 2010 Cumartesi

Gölge

 Gölge 

Kalabalık, gürültü ve her yönden hücum eden insanlar. Küçük kız bunların hepsine bitmek bilmeyen bir merakla bakıyordu. Kocaman gözleri, uzun yüzü ve kısacık boyuyla anime karakterlerini andırıyordu. İki kulak yaptığı saçları kendisi kadar neşeli bir şekilde zıplarken etrafına bakınıp elini tuttuğu annesine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
“… o yüzden hiçbiri beni sevmiyor. Tuna bana çok tuhafsın dedi biliyor musun ? Ben de ona tuhaf olan senin dişlerin dedim. Sinem bebekleriyle oynamama hiç izin vermiyor. O da sen tuhafsın diyor. Tuhaf ne demek ki? Eğer bir arkadaşım olsaydı anlatırdı bana. Ama hiç arkadaşım yok. Bebeklerimle oynuyorum ben de. Onlarla konuşmayı seviyorum. Bana cevap vermeleri hoşuma gidiyor ve bana tuhaf demiyorlar. Benimle çay partısi yapmaktan sıkılıyorlar ama tek arkadaşım onlar.”
Kadın kalabalığın içinde kendisine yol açarak ilerlemeye devam etti. Bir yandan da kızını dinliyormuş gibi görünmeye çalışıyordu. Ancak cevap vermesi biraz uzun sürdü. Gişelere akbil basıp içeri girdiklerinde metronun tavanında yankılanan gürültü, kızın, annesinin cevabını duymasını zorlaştırdı.
“ Bebeklerin seninle mi konuşuyorlar? Bu yaşta hayali arkadaşların olması çok normal hayatım. Eminim yuvadaki diğer arkadaşlarının da hayali dostları vardır.”
Kız bu baştan savma cevap karşısında gözlerini devirdi. Bu hareketi, yüzüne fazla büyük gelen gözlerini daha da komik bir hale sokmuştu.
“Onlar benim arkadaşlarım değil. Benim hiç arkadaşım yok.”
Annesi cevap vermeyince kız burnunu çekip suratını astı. Yürürken elindeki eski ve yıpranmış oyuncak bebeği göz hizasına kaldırıp onunla konuşmaya başladı.
“Görüyorsun değil mi Kızıl? Benim hiç arkadaşım yok işte.”
Bir an kız sustu. Sonra yürümeye devam ederken bir şeyi onaylarcasına kafasını salladı.
“Evet haklısın Tuna’nın dişleri gerçekten tuhaf. O da ne demekse artık.”
Annesi artık elini daha sert çekiştiriyordu. Kız kalabalıkla bereber sürüklenir halde, tek pusulası olan annesinin elini sıkıca kavrayarak yürümeye devam etti. Bebeği de diğer elinde kızın yürüyüş ritmine göre bir öne bir arkaya sallanıp duruyordu.
Sonunda kalabalıkla birlikte durdular. Kız durdukları yeri uzunca bir koridora benzetmişti. Tıpkı çizgi filmdekiler gibi. Güzel prensesin yaşadığı şatodaki koridorlar gibi upuzundu burası da.
Lakin aklına bir soru takılmıştı. Koridorun ortasındaki oyuk da neydi böyle? İçine uzun çubuklar yerleştirilmişti gördüğü kadarıyla. Acaba insanlar burada seksek mi oynuyorlardı? Yoksa içini suyla doldurup güzel bir havuz mu oluşturuyorlardı?
Eğer kız elindeki bebeği yere düşürmeseydi böyle arpacık kumrusu gibi düşünmeye devam edecekti. Bebeğini arayabilmek için elini annesinin elinden kurtardı ve eğilip, bacak denizinin arasından oyuncağını görmeye çalıştı.
İşte. Biraz ötesinde yerde yan gelmiş yatıyordu. Kız önündeki, dev ağaçlara benzeyen bacakları elleriyle iterek zorlukla ilerledi. Tam bebeğinin yanına varmıştı ki oyuncak birden ayaklandı. Uzun güzel kirpiklerini kırpıp güdük bacaklarıyla yürümeye başladı.
Kız biraz duraksadı. Sonra gerçeklik sınırlarını büyük ölçüde ihlal eden bu olayı tamamen olağan sayıp bebeğin arkasından yürümeye devam etti. Hem bebeğine ulaşıp annesinin yanına dönmek hem de bebeğin arkasından ilerlemek ve neler olacağını görmek istiyordu. Kız, elini uzatıp tutmaya çalıştığı her an bebeğin daha da hızlandığını farketmişti. Bu yüzden yakalamaya çalışmayı bırakıp sadece peşinden yürüdü.
Sonunda kalabalık seyrelmeye ve metronun duvarları görünebilir hale gelmeye başladı. Köşe başlarında flüt çalan kör adamlar önündeki bebeği görmezden gelip sadece kıza bakıyorlardı.
Sonra birden bebek ortadan kayboldu. Kız biraz daha yürüdüğünde metronun duvarında küçük bir geçit gördü.
Bebek geçidin başında onu bekliyordu. Kovalanmaktan memnunmuş gibi bir hali vardı. Kız yaklaştığında yeniden yürümeye başlayıp metronun ana koridorlarından çok daha karanlık olan geçitte gözden kayboldu.
Küçük kız karanlıktan korkmazdı.Bu yüzden tereddütsüz bir biçimde dar koridora dalıverdi. Karanlık bütün sesleri yutmuştu. İleriden damlayan suyun hiç bitmeyen yankıları geliyordu kulağına. Sıcaklık karanlıktan korkuyordu herhalde. Bu izbe koridorda termometreler bile soğuktan donardı. Bir yerlerde bir motor uğuldayıp duruyordu.
Makine dairesinin yanından geçtiler. Küçük kız gururla kelimeleri okuyabildiğini farketti. Birçok kapının yanından daha geçtiler. Çoğunda girilmez yazıyor diğerlerini de kuru kafa resimleri süslüyordu.
Bizim ufaklık ağazından buharlar çıkartarak, zorlukla görebildiği oyuncak bebeğini izlemeye devam etti. Üşümüştü, hafiften korkmuştu ve annesini özlemişti ama inatçılığı her şeyin önünde, onu arkasından itekliyor, yaramaz bir iblis gibi kulağına devam etmesini fısıldıyordu.
Kıza saatler gibi gelen bir sürenin sonunda ufak bir açıklığa vardılar. Oyuncak bebek durdu. Küçük, oda gibi bir yere gelmişlerdi. Her tarafı betonla çevrili olduğundan, küçük kız mezarlığa girmiş gibi hissetti kendini.
Geldikleri koridora göre daha aydınlıktı burası. Küçük kız oyuncak bebeğine doğru yürüdü. Tam elini uzatmıştı ki bebek konuşmaya başladı. Kız daha önce de bebeğinin sesini duyuştu ama bu sefer kafasının içinde değildi bu ses. Oyuncağın paslı, zorlama ve sanki bir boşluğun içinden gelircesine yankılı sesi odanın içini doldurdu.
“İstediniz faniyi getirdim, şimdi ne yapmamı istersiniz hanımım?”
Küçük kız oyuncağın boşluğa konuştuğunu ya da kendisine hitap ettiğini sandı. Ancak duvardan gelen bir kadın sesi bu tezini çürütmüş oldu. Duvarda kimseye ait olmayan bir kadın gölgesi vardı.
Konuşurken omuzlarından aşağı inen bir pelerinin genel hatları savrulup duruyordu.
“Aferin hizmetkar. Şimdi sessizliğine geri dön. Ruhunu alıyorum.”
Kadın bunları söyledikten sonra odada soğuk bir rüzgar esti. Oyuncak bebek yere yığıldı ve bir daha da kalkmadı.
Gölge kadın muhtemelen kıza doğru dönmüştü ancak bir gölgeden ibaret olduğu için yaptıkları tam belli olmuyordu.
“Evet küçük kız, ben Akhyls . Karanlığın tanrıçası ve sen de benim yaratıcım olacaksın. Bana yeni bir beden yaratacaksın.”
Kız bir süre konuşmadan kadını izledi. Sonra çok mühim bir soru sorarcasına “ Nasıl?” dedi.
Kadın duraksamadan konuştu. “ Sadece hayal et. Bu yüzden seni seçtim çocuk. Senin ayrıntılı hayalin bana bir beden yaratacak. Gerçekliğe kavuştuğum zaman seni, aklının bile alamayacağı ödüllere boğacağım.”
Kız bu vaat karşısında duraksadı. Sonra gözlerini yerden kaldırıp dosdoğru gölgeye baktı.
“Ben bir şey istemiyorum. Sadece… Benim arkadaşım olur musun?”
Kadın sesi küçük bir kahkaha attı.
“Tanrıçaların arkadaşları olmaz. Ama seni en yakın hizmetkarım yapabilirim. Bu büyük bir onurdur.”
Kız masumca sordu.
“Yani arkadaşım olacak mısın?”
Eğer kadının gözleri olsaydı devirdiği açıkça görülürdü. Ancak bunun yerine en sabırsız ve bıkkın sesiyle konuştu.
“Evet olacağım seni inatçı insan yavrusu. Çabuk hayal etmeye başla. Bana bir beden yarat. Bu gölgede sıkışıp kalmak kollarımı kaşındırmaya başladı.”
Kız yüzünde bilmiş bir gülümsemeyle gözlerini kapattı.
***
Anne metrodaki oturaklardan birine oturmuş, etrafını çevirmiş polislere yaşlı gözlerle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. O sırada küçük kız gölgelerin içinden çıkıp annesine doğru yürümeye başladı. Kadın kızını gördüğü anda oturduğu yerden kalkıp kızının yanına koştu. İlk önce sıkı sıkı sarıldı sonra da onu omuzlarından tutup sitemkar bir sesle azarlamaya başladı.
“Nereye kayboldun bakayım sen bir anda? Çok korkuttun beni. Biri seni kaçırdı sandım. Bir daha sakın böyle ortalıktan kaybolma. Sana kaç kez tembihledim, kalabaklık yererdeyken elimi bırakma diye. Nereye gittin, ne yaptın?”
Kız masumca kirpiklerini kırpıştırdı.
“Sadece arkadaş ediniyordum.”
Sonra yüzü aydınlandı. Sevinç içinde elindeki kara kıyafetli, bezden ve somurtkan bir bebeği gösterdi.
“Bak bu yeni arkadaşım Akhyls anne. Bundan sonra hep benimle kalacak.”
Bu konuşmayı uzaktan izleyen bir melek sessizce kıkırdadı. Ezeli düşmanı sonsuza dek, hiç kaçamayacağı bir yerde hapisti artık.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Kayboldum

Evet doğrudur, kayboldum. Kendimi kaybettim, kişiliğimi kaybettim, dostlarımı kaybettim. Kısacası her şeyi kaybettim. “ I want to play a game again. “ diyecek gücüm bile yok. Çünkü biliyorum ana ekranımda “ Game over. “ yazısı kalıcı olarak kayıtlı.
Yapmadığım şeyler için suçlanıyorum. Evet bunu söyleyebilirim. Bu tek gerçek. Bir tarafta insanlar yüzüme gülüyor, merak ediyorum, altın kaplamasını kazıyorum bu gülüşlerin ve altından çürümüş bir düzenin kokusu yayılıyor. Bıktım kardeşim, bıktım. Sahte sevgilerden, sarılmalardan, canım arkadaşım diyen ağızlardan yayılan yalanlardan. Popülarite uğruna satılan insanlar çöplüğünde, sırtıma saplanmış Macbethvari bir hançerle yan gelmiş yatıyorum.
Bazı insanların boktan egolarını tatmin edemediğim için kişiliğimi değiştirmem gerektiği uyarısını alıyorum. Ey kokuşmuş koyunlar, sürü psikolojisi mahkumları, kişiliği olmayan bir dünyada kişiliğinizin olması suçsa, bırakıp giderim hacı bu ne ya? Kağıttan maskelerinizin altındaki canavar suratlarınızı görme yeteneğine sahip olmam suç mu?
Sonuç mu? Sonuç monuç yok. Kayboldum sonuçta. Kesişen yolların ortasında ileriyi göremiyorum. Bildiğim tek şey nefret, derin, sonsuz bir nefret.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Farkındalık

Farkındalık 


Kapının zili çaldığında, güneşin kollarını yüzümde hissetmenin verdiği uyuşuklukla yatakta dönüp duruyordum. Zilin tiz sesi beni kendime getirmesine rağmen yataktan çıkmak hiç işime gelmiyordu. Fakat belli ki annem de kapıyı açmaya niyetli değildi. Oflaya puflaya sıcak yatağımdan çıkıp soğuk taşların üzerinde bir süre dans ederek terliklerimi aradım. O sırada bir sandalye devirip, kafamı duvardaki rafa vurmayı da ihamal etmedim.
Apar topar merdivenlerden inip, düşüp boynumu kırma tehlikesi geçirmeme neden olacak bir acelecilikle kapıyı açtığımda, karşımda duran surat içimde gülme isteği uyandırmıştı. Kerem, elinde mavi büyük bir kova, iki olta, malzeme kutusu ve kafasında çok komik yeşil bir şapkayla karşımda duruyordu. Yüzündeki keyifli gülümseme şakacı bir kızgınlığa dönüştü.
“Aa Merve neden hala hazır değilsin? Hani balığa gidecektik? Yoksa bizi ekmeyi mi planlıyordun?”
Son cümleye efekt olarak parmağını yüzüme doğru salladı. Balık planlarını tamamen unutmuştum.Gülerek elini yana ittim.
“Unutmuşum işte. Hem sabah sabah senin bu heyecanlı tavıraların eşliğinde hatırlamak daha eğlenceli oldu. Selim’le Gizem de geliyorlar değil mi?”
Göz kırpıp cevap verdi. “Kambersiz düğün olur mu? Tabi ki geliyorlar. Bizim köylüleri unutur muyum hiç.”
Keyifim yerine gemişti. Kerem’i salona buyur edip yukarıya giyinmeye çıktım. Hazırlanıp indiğimdeyse annemin adeta çocuğu esir almış olduğunu gördüm. Annem kahvaltıya kalması için ısrar etmesine karşın Kerem ıkına sıkıla geç kaldığımızı, balık saatini kaçıracağımızı ve sandeviçlerle de idare edebileceğimizi söylüyordu.
Merdivenleri inip anneme günaydın dedim. Annelere özgü o koruma iç güdüsüyle öğütlerini sıralamaya başladı.
“Aman kızım fazla açılmayın. Biliyorsun bu denizin sağı solu belli olmaz. Hem bir tek sen kaldın geriye, seni de baban gibi denize kurban vermeyeyim. Nolursunuz kendinize dikkat edin. Al bu da yanında bulunsun, sakın ayırma yanından.”
Sarı ve kalın bir zincirin ucuna tutturulmuş, altın kapaklı pusulayı boynudan çıkarıp bana uzattı. Ona bir süre şaşkılıkla baktım. Bu babamın pusulasıydı. Denizde kaybolduktan sonra ondan geriye bir tek bunu bulabilmişlerdi sandalın içinde.
Elime ilk defa alıyordum pusulayı. Babam kaybolduktan ya da uzmanların dediğine göre yüzde doksan dokuz olasılıkla öldükten sonra annem bunu hiç boynundan çıkarmamıştı.Altın zinciri yavaşça boynuma geçirdim.
“Seni rahatlatacaksa takarım.” dedim gülümseyerek. Gözlerine çöken rahatlama beni etkilemişti.
Kerem’e döndüm. “Haydi çıkalım.”
Anneme teşekkür edip el sallayarak çıktık evden.
Kerem yol boyunca ne kadar çok balık yakalayacağı hakkında atıp tutarak beni güldürdü. Gizem ve Selim de benim gibi unutkan katagorisine girmeye hak kazanmışlardı anlaşılan. İlk önce Gizem’in hazırlanmasını bekledikten sonra, Selim’i de evinden alarak limana doğru yürüdük.
Güneş ilkbahar havalarına özgü bir neşeyle tepemizde gülücükler saçıyor, Kerem’in daha da umutlanmasına yol açıyordu.
Limana vardığımızda bizi küçük bir sandalın yanına götürdü. Gizem kaşlarını kaldrarak “Sence sığar mıyız?” diye sordu. Kerem bu soruya biraz bozulduysa da belli etmedi herhalde.
“Samimi bir ortam yaratalım dedik.”
Beyler sandalı hazırlayıp suya indirirken ben de Gizem’in yanına gittim. Göz kırparak “Aman fazla samimi olmasın da.” diye fısıldadı.
Küçük bir kahkaha attım. Nihayet sandal suyla buluşup, herkes yerleştiğinde içerideki tek modern şey olan motor rahatsız bir homurtuyla çalışmaya başladı.
Fazla hızlı değildik yine de denizin kokusunu burnumda, rüzgarın elini alnımda hissetmek bana büyük mutluluk veriyordu. Boynumda asılı duran pusulanın ağırlığı bana yersiz bir güven duygusu aşılıyordu. Sanki bu küçük pusula beni hayata bağlayabilecek tek şeymiş gibi bir his vardı içimde.
Merakım ağır basmıştı bir anda. Sandalımız dalgakıranı aşıp açık denize yol alırken elimi pusulanın altın yüzeyinde gezdirdim. Ön kapakta itinayla işlenmiş bir sonsuzuk sembolü vardı. Başka bir iz ya da işaret yoktu. Düğmeya basıp kapağı açtığımda en az dışı kadar iyi işlenmiş pusula bölümüyle karşılaştım. İbre kuzey- doğuyu gösteriyor, sandalın dalgalar karşısındaki sallanışına göre de hafif hafif oynuyordu.
Tam kapağı kapatacakken iç kısma yazılmış kelimeleri farkettim. Gözlerimi kısıp okumaya çalıştım. “ Farkındalık sona giden yolda ilk adımdır.”
Bu cümle bana bir şey ifade etmemişti. Ancak belki de babamın kayboluşuyla bir ilgisi vardı. Bazı şeyleri fazla kurcalamayı seven bir insan değildim. Belki de bu yüzden Kerem’in “Geldik!” cümlesini duyduğumda kafamdaki soruları bir kenara itip, Selim’in yaptığı şaklabanlıklara gülmeye başladım. Pusula bir buhar misalı kafamdan uçup gitmişti.
İşin balık tutma kısmı tam bir faciaydı. Daha önce balık tutma deneyimi olmayan dört hiperaktif genç küçük bir sandala tıkışıp, oltaları hazırlamaya çalışınca sonuç da pek iç açıcı olmamıştı tabi. Selim misinlara dolanmış, Gizem yemlerimiz olan solucanları yanlışlıkla denize serpmiş ve Kerem de oltayı hazırlmayı başaramamış olmasına rağmen iğneyle kendisini yakalamıştı.
Ben ise arada kıkırdamama rağmen ciddiyetimi korumayı başarıp “Hadi ama kaç yaşına geldiniz hala şu şaklabanlık yapma işini bırakamadınız. Hepimiz koca koca insanlarız. Hadi ama!” diye sesleniyordum.
Kerem serzenişlerimi duyduğunda iğneyi montundan çıkarmaya çalışmayı bir kenara bırakıp gülerek bana nasihat vermeye koyuldu. “Asıl sana hadi ama. Biraz eğlensen ölürsün değil mi Merve? Hem akıl yaşta değil baştadır demiş atalarımız. Beni dinlemiyorsan onları dinle.”
“Evet.” diye homurdandım, “Bu söz hala nasıl bu kadar çocuk kafalı olduğunuzu açıklar.”
Kerem’in suratı asılır gibi olunca biraz sert çıktığımı anladım. Hınzırca gülümseyerek “Sen eğlenmek nasıl olur gör şimdi.” diyerek başındaki komik şapkayı bir çırpıda alıverdim.
“Heyy!” tarzı bir tepki vermiş olsa da yumuşamama sevinmiş görünüyordu. Üzerime atladığında şapkayı ondan uzak bir yerlerde tuttum ve inadına vermedim. Bir yandan gülüyor bir yandan da şapkayı yakalamaya çalışıyordu.
Sonra birden geri çekildi ve elimi yakaladı. Boynuma asmadığım için elimde kalan pusulayı sıyırıp aldı avuçlarımdan. Bir anda korkunç bir panik duygusu kapladı içimi. Daha “Dur!” dememe kalmadan hızlıca geriye çekildi ve sandalın dengesi bozuldu. Ne zaman devrildiğimizi tam olarak anlamamıştım. Tuzlu su her tarafımı kaplamış, görme yetimi almıştı elimden. Ruhum çıldırmış bir elektirikli süpürge tarafından emiliyormuş gibi hissediyordum. Panikle çırpınırken kafamı sertçe sandalın kenarlarından birine çarptım ve dünyam bir anda karardı.
Boğazımdan yükselip ağazımdan fışkıran suyun farkına vardığımda neler olduğunu tam anlamıyla hatırlayamıyordum. Çevremde tanıdık sesler duymakla beraber metalden, soğuk ve düz bir zeminin üzerinde yatmanın getirdiği uyuşukla vücudum hiç bie emrime tepki vermiyordu. Sandalın devrilmesiyle cereyan eden felaketler dizisini hatırlamaya başladığımda panik içinde, tuzun etkisiyle yanan gözlerimi açtım ve yattığım yerden doğruldum.
Selim, Gizem ve Kerem tek kelime etmeden çevreme dizilmiş, bu kadar iğrenç bir durumda olmasak gülebileceğim suratlarla bana bakıyorlardı. Elimi başımın arkasına, sandala vurduğum yere götürdüm. Ne bir ağrı ne de bir kan emaresi vardı. Tuhaftı.
Kerem bile gülmüyorsa ciddi bir durumla karşı karşıyaydık demekti. Ortaya bir “Ne oldu? Hangi cehennemdeyiz biz? “ sorusu attığımda ilk cevap veren yine Kerem oldu.
“Sandal devrildi, sen kafanı vurup bayılmıştın. Selim ve Gizem de sandalın suyun üstünde kalan bölümlerinden birine tutunmuşlardı. Seni çekip çıkarttım ve öylece beklemeye başladık. Sonra ufukta şu anda üzerinde durduğumuz bu tuhaf gemi göründü. Sandaldan umudumuzu kestiğimiz için belki bize yardım edecek biri çıkar diyerek gemiye çıktık. “
Bütün bunları cani bir robot gibi tekdüze bir sesle sıralamıştı. Sonra bürden yüzünden pişmanlık dolu bir ifade geçti. “ Pusulanı denize düşürdüm ve bulamadım. Çok üzgünüm. “
İçimi karanlık bir his kapladı. Yine de karşımda bu kadar pişman ve yorgu dururken onu bu kadar rahat yargılayamazdım. Sonuçta hayatımı kurtarmıştı ve kaç yıllık arkadaşımdı. Bir pusula için onu kıramazdım.
“Sorun değil, aptal bir pusulaydı zaten. Annem anlayışla karşılayacaktır.” Bir an duraksadım ve etrafıma bakındım. “Tabi eve dönebilirsek.”
Son cümlem bizim köylüleri yeniden hayata döndürmüşe benziyordu. Selim yola çıktığımızdan beri ilk defa konuştu. “ Sen baygınken gemiyi şöyle bir yarım yamalak gezdim. Kimse yok, tamamen ıssız. Fakat motorları bir şekilde çalışıyor ve durmadan ilerliyoruz. Daha içerilere girmeye cesaret edemedim. Nasıl demeli biraz şey… Biraz ürkütücü görünüyordu. Tuhaf.”
Ayağa kalktım. İşler iyice sarpa sarmaya başlamıştı. Gizem büyümüş gözlerle anlatılanaları dinliyor, bazı yerlerde de kafasını sallıyordu. İşi ele almanın vakti gelmişti.
“Bence ayrılıp gemiyi araştırmalıyız. Mutlaka bizi limana bırakabilecek görevli birini buluruz. “
Kerem sanki aklımı okumuşçasına sözü aldı. “ Selim sen Gizem’e göz kulak ol. Beraber kaptan dairesine gidin. Kayda değer şeyler arayın. Ben Merve’yle yolcu odalarını kontrol edeceğim. Yolda geminin planını görürseniz yanınıza almayı unutmayın. Sonuçta çok büyük bir gemideyiz.”
Etrefıma bakındım. Kerem haklıydı. Bu çok büyük bir yolcu gemisiydi. Sanırım en az bir beş katı vardı. İşimiz uzun sürecekti anlaşılan.
Selim’in “ Tamam o zaman ayrılalım.” demesiyle harekete geçtik. Kerem’le bir süre yan yana yürüdük. İkimiz de konuşmuyor, etrafımızda gördüklerimizi hazmetmeye çalışıyorduk.
Dik bir merdivenle güverteden yolcu odalarına indiğimizde havadaki tekinsizlik hissi beni iyice ürpertmeye başlamıştı.
Yocu odalarının bulunduğu koridor gayet şaşafatlı düzenlenmişti. Yerdeki kırmızı halı yeni serilimiş gibi parlak ve yumuşaktı. Krem rengi duvarlarda Dali’nin olduğunu düşündüğüm pek çok resim asılıydı. Biraz daha yaklaşıp baktığımda orijinal olduklarını gördüm. Ne kadar para ettiklerini düşünmek bile başımı döndürmüştü. Tavanda asılı duran kristal avizeler göz kamaştırıcı bir berraklıkla koridoru ışığa boğuyordu.
Bütün odaların kapıları açıktı. Her birini teker teker gezdik. Bütün odalarada tam bir el değmemişlik havası vardı. Sanki ezelden beri kimse buralara adım bile atmamıştı. Bir oda hariç. Kapıdan içeri adımımı attığımda açık duran yatağı gördüm. Yerde bir çift erkek terliği birbirinin tersi yönlerde duruyordu. Gece lambalarından biri açık bırakılmıştı. Kerem’e baktım. Onunda gözlerinden benimle aynı şeyler geçiyordu. Demek ki burada bizden başka birileri daha vardı.
Odanın sonuna doğru ilerlediğimde çalışma masasının üzerinde duranları görmek benim için ciddi bir şok anıydı. Ellerim titreyerek masanın üzerindeki gözlüğü aldım. Krem rengi çerçevesi, ucuna takılı aynı renkteki zincir ve sol camındaki çatlakla bu babamdan başkasına ait olamazdı.
Çığlık atma isteğimi uyandıran bir başka nesne ise masanın üzerinde duran altın pusulaydı. Kerem’in gözleri büyüdü. Ağazı hayretle aralandı.
“Ama ben bunu düşürdüğüme emindim.”
Cevap veremiyordum. Veremiyordum çünkü mantıklı bir cevabım yoktu. Üstelik tek anormal durum da bu değildi. Pusulanın üzerindeki sonsuzluk sembolü ben elime aldıktan sonra garip bir ışıkla parlamaya başlamıştı. Kapağı açtığımda ibrenin durmaksızın dönüyor olduğunu gördüm. Kapağın arkasında yazan kelimeler de tıpkı sonsuzluk sembolü gibi parlıyordu. Cümleyi tekrar okuduğumda bu sefer bazı şeyler anlam kazanmaya başlamıştı. “Farkındalık sona giden yolda ilk adımdır.”
Kapının yanından bir çıtırtı sesi geldiğinde Kerem’de bende o tarafa gördük. Bu oydu. Orada kapıya yaslanmış bana bakıyordu. Dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Babam yüzünde soğuk ve tartan bir ifadeyle baştan aşağıya süzdü beni. Hayatımda hiç çığlık atmamıştım. Fakat bu sefer benim için bir istisnaydı. Çığlık attığımda Kerem’in kolunu omuzumda hissettim. Babamsa yeniden baktığımda orada değildi.
“O buradaydı. Babamı sen de gördün mü?” Sesim histerik bir tondaydı.
Kerem yavaşça ve şok içinde konuştu.
“Babanı bilmem ama ben anneannemi gördüm. Biliyorsun yıllar önce batan bir gemide boğulmuştu. Bu nasıl olabilir? Nasıl ikimizde aynı kabusu görüyor olabiliriz?”
Yere çöküp şiddetle ağlamaya başladım. Hem sinirlerim bozulmuştu hem de gerçeği anlamıştım. Kerem ise beni teselli edemeyecek kadar çökmüştü. Ne kadar süre ağladım bilemiyordum. Kendimi kandırımış, kapana kısılmış ve kaybolmuş hissediyordum.
Gözlerimi Kerem’e diktim. Cevabını bildiğim halde durumu açıklığa kavuşturacak olan soruyu sordum. “ Kerem biz kaç gündür bu lanet gemideyiz?” Ne kadar uğraşsam da sesimin titremesine mani olamamıştım.
Boş boş bana baktı. “Bilmiyorum.”
Ağır ağır ayağa kalktım. Dehşetimin yerini güçlüğ bir boyun eğiş ve kararlılık almıştı.
“Gidelim.” dedim sakince. “ Selim ve Gizem’i bulmalıyız. Galiba burada neler döndüğünü biliyorum.”
Kerem şaşkın şaşkın baktı bana. Bendeki bu ani değişimin nedenini anlayamamıştı. Yerden kalkarken sadece “Peki.” dedi.
Hızlıca koridorları geçtik ve güverteye çıktık. Havada en ufak bir rüzgar, bir esinti bile yoktu. Gizem ve Selim’i bize doğru koşarken gördüm. Yüzleri şaşkınlığa boğulmuştu. Gizem yanıma geldiğinde ağlamaya başladı. Sonra hızlıca başlarından geçenleri anlattı.
Kaptan köşkünde de kimseye rastlamamışlardı. Geminin rotasına bakmak istediklerinde sadece koca bir boşluk görmüşlerdi. Bu gemi hiçbir yere gitmiyordu.
Selim hiçbir şey söylemeden öylece dikiliyordu. Zaten hep suskun bir çocuk olmuştu, şimdiyse konuşma yetisini tamamen kaybetmiş gibiydi.
Gizem’in anlattığı şeyler de vardığım kanaati iyice güçlendiriyordu. Burada ne kadar zamandır bulunduğumuzu bilmiyorduk. Bu süre zarfında hiçbir şekilde acıkmamıştık yada başka bir insani ihtiyaç hissetmemiştik. Bu geminin bir önceki yolcusu olan babamı görmüştüm. Pusulanın üzerindeki sonsuzluk sembolü ve o gizemli cümlede artık açık bir ima haline gelmişti. Kafamı kaldırıp hepsinin gözlerinin içine baktım. Farkındalığa erişmiştim.
“ Biz aslında ölüyüz, bu da bizim son yolculuğumuz. Bu gemi bizi sonsuzluğa taşıyacak olan araç.”
Farkındalıkla birlikte gelen huzuru hissettim. Aslında hepimiz sandal devrildiğinde boğulmuştuk. Olay bundan ibaretti. Gözlerimi kapattım ve ölümün tadını çıkartmaya başladım.
——————————————
Kasaba gazetesinin haberi üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti. Yine de olay bir türlü gündemden düşmüyordu.
“Kaybolan dört gençten hala haber alınamadı. Sandalda bulunan pusula ise hala gizemini koruyor. Uzmanlar gençlerin yüzde doksan sekiz olasılıkla ölmüş olabileceği üzerinde duruyorlar. Olayın bir cinayet mi olduğuysa soruşturuluyor. Kasabada hızla artan kaybolma vakalarıysa civar köylere de korku salmaya başladı. ”