22 Aralık 2010 Çarşamba

Mavi Saçlı Kadın

Yosun kaplı, emektar sandalları koynuna alan, her gün güneşi doğuran ve mavi saçlarını dört bir yana savuran, özgür insanların yurdudur deniz. Bu mavi gözlü, hırçın dalgalı güzel kadın, Poseidon'un yankısını taşıyan tuzlu sularıyla, denizde gezinen yalnız denizcilerin en sadık karısıdır. Ve hırçın lodoslarla kardeştir, kokusunu uzaklara taşıyan. Sonsuz maviliğine çeker insanı, bir sonu olmayan dalgalarıyla ehlileştirir. 

 Geceleri gümüş yakamozlarıyla dans eder Ay'ın. Sonsuz gençliğin simgesidir. Aynı zamanda da sonsuz bilgeliğin. Taştan banklara oturup bakın uzun süre bu gizemli kadına. Belkide göz kırptığını görürsünüz altın gülüşlü bir su perisinin, Odysseus'a yol gösteren. 

11 Aralık 2010 Cumartesi

Gölge

 Gölge 

Kalabalık, gürültü ve her yönden hücum eden insanlar. Küçük kız bunların hepsine bitmek bilmeyen bir merakla bakıyordu. Kocaman gözleri, uzun yüzü ve kısacık boyuyla anime karakterlerini andırıyordu. İki kulak yaptığı saçları kendisi kadar neşeli bir şekilde zıplarken etrafına bakınıp elini tuttuğu annesine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
“… o yüzden hiçbiri beni sevmiyor. Tuna bana çok tuhafsın dedi biliyor musun ? Ben de ona tuhaf olan senin dişlerin dedim. Sinem bebekleriyle oynamama hiç izin vermiyor. O da sen tuhafsın diyor. Tuhaf ne demek ki? Eğer bir arkadaşım olsaydı anlatırdı bana. Ama hiç arkadaşım yok. Bebeklerimle oynuyorum ben de. Onlarla konuşmayı seviyorum. Bana cevap vermeleri hoşuma gidiyor ve bana tuhaf demiyorlar. Benimle çay partısi yapmaktan sıkılıyorlar ama tek arkadaşım onlar.”
Kadın kalabalığın içinde kendisine yol açarak ilerlemeye devam etti. Bir yandan da kızını dinliyormuş gibi görünmeye çalışıyordu. Ancak cevap vermesi biraz uzun sürdü. Gişelere akbil basıp içeri girdiklerinde metronun tavanında yankılanan gürültü, kızın, annesinin cevabını duymasını zorlaştırdı.
“ Bebeklerin seninle mi konuşuyorlar? Bu yaşta hayali arkadaşların olması çok normal hayatım. Eminim yuvadaki diğer arkadaşlarının da hayali dostları vardır.”
Kız bu baştan savma cevap karşısında gözlerini devirdi. Bu hareketi, yüzüne fazla büyük gelen gözlerini daha da komik bir hale sokmuştu.
“Onlar benim arkadaşlarım değil. Benim hiç arkadaşım yok.”
Annesi cevap vermeyince kız burnunu çekip suratını astı. Yürürken elindeki eski ve yıpranmış oyuncak bebeği göz hizasına kaldırıp onunla konuşmaya başladı.
“Görüyorsun değil mi Kızıl? Benim hiç arkadaşım yok işte.”
Bir an kız sustu. Sonra yürümeye devam ederken bir şeyi onaylarcasına kafasını salladı.
“Evet haklısın Tuna’nın dişleri gerçekten tuhaf. O da ne demekse artık.”
Annesi artık elini daha sert çekiştiriyordu. Kız kalabalıkla bereber sürüklenir halde, tek pusulası olan annesinin elini sıkıca kavrayarak yürümeye devam etti. Bebeği de diğer elinde kızın yürüyüş ritmine göre bir öne bir arkaya sallanıp duruyordu.
Sonunda kalabalıkla birlikte durdular. Kız durdukları yeri uzunca bir koridora benzetmişti. Tıpkı çizgi filmdekiler gibi. Güzel prensesin yaşadığı şatodaki koridorlar gibi upuzundu burası da.
Lakin aklına bir soru takılmıştı. Koridorun ortasındaki oyuk da neydi böyle? İçine uzun çubuklar yerleştirilmişti gördüğü kadarıyla. Acaba insanlar burada seksek mi oynuyorlardı? Yoksa içini suyla doldurup güzel bir havuz mu oluşturuyorlardı?
Eğer kız elindeki bebeği yere düşürmeseydi böyle arpacık kumrusu gibi düşünmeye devam edecekti. Bebeğini arayabilmek için elini annesinin elinden kurtardı ve eğilip, bacak denizinin arasından oyuncağını görmeye çalıştı.
İşte. Biraz ötesinde yerde yan gelmiş yatıyordu. Kız önündeki, dev ağaçlara benzeyen bacakları elleriyle iterek zorlukla ilerledi. Tam bebeğinin yanına varmıştı ki oyuncak birden ayaklandı. Uzun güzel kirpiklerini kırpıp güdük bacaklarıyla yürümeye başladı.
Kız biraz duraksadı. Sonra gerçeklik sınırlarını büyük ölçüde ihlal eden bu olayı tamamen olağan sayıp bebeğin arkasından yürümeye devam etti. Hem bebeğine ulaşıp annesinin yanına dönmek hem de bebeğin arkasından ilerlemek ve neler olacağını görmek istiyordu. Kız, elini uzatıp tutmaya çalıştığı her an bebeğin daha da hızlandığını farketmişti. Bu yüzden yakalamaya çalışmayı bırakıp sadece peşinden yürüdü.
Sonunda kalabalık seyrelmeye ve metronun duvarları görünebilir hale gelmeye başladı. Köşe başlarında flüt çalan kör adamlar önündeki bebeği görmezden gelip sadece kıza bakıyorlardı.
Sonra birden bebek ortadan kayboldu. Kız biraz daha yürüdüğünde metronun duvarında küçük bir geçit gördü.
Bebek geçidin başında onu bekliyordu. Kovalanmaktan memnunmuş gibi bir hali vardı. Kız yaklaştığında yeniden yürümeye başlayıp metronun ana koridorlarından çok daha karanlık olan geçitte gözden kayboldu.
Küçük kız karanlıktan korkmazdı.Bu yüzden tereddütsüz bir biçimde dar koridora dalıverdi. Karanlık bütün sesleri yutmuştu. İleriden damlayan suyun hiç bitmeyen yankıları geliyordu kulağına. Sıcaklık karanlıktan korkuyordu herhalde. Bu izbe koridorda termometreler bile soğuktan donardı. Bir yerlerde bir motor uğuldayıp duruyordu.
Makine dairesinin yanından geçtiler. Küçük kız gururla kelimeleri okuyabildiğini farketti. Birçok kapının yanından daha geçtiler. Çoğunda girilmez yazıyor diğerlerini de kuru kafa resimleri süslüyordu.
Bizim ufaklık ağazından buharlar çıkartarak, zorlukla görebildiği oyuncak bebeğini izlemeye devam etti. Üşümüştü, hafiften korkmuştu ve annesini özlemişti ama inatçılığı her şeyin önünde, onu arkasından itekliyor, yaramaz bir iblis gibi kulağına devam etmesini fısıldıyordu.
Kıza saatler gibi gelen bir sürenin sonunda ufak bir açıklığa vardılar. Oyuncak bebek durdu. Küçük, oda gibi bir yere gelmişlerdi. Her tarafı betonla çevrili olduğundan, küçük kız mezarlığa girmiş gibi hissetti kendini.
Geldikleri koridora göre daha aydınlıktı burası. Küçük kız oyuncak bebeğine doğru yürüdü. Tam elini uzatmıştı ki bebek konuşmaya başladı. Kız daha önce de bebeğinin sesini duyuştu ama bu sefer kafasının içinde değildi bu ses. Oyuncağın paslı, zorlama ve sanki bir boşluğun içinden gelircesine yankılı sesi odanın içini doldurdu.
“İstediniz faniyi getirdim, şimdi ne yapmamı istersiniz hanımım?”
Küçük kız oyuncağın boşluğa konuştuğunu ya da kendisine hitap ettiğini sandı. Ancak duvardan gelen bir kadın sesi bu tezini çürütmüş oldu. Duvarda kimseye ait olmayan bir kadın gölgesi vardı.
Konuşurken omuzlarından aşağı inen bir pelerinin genel hatları savrulup duruyordu.
“Aferin hizmetkar. Şimdi sessizliğine geri dön. Ruhunu alıyorum.”
Kadın bunları söyledikten sonra odada soğuk bir rüzgar esti. Oyuncak bebek yere yığıldı ve bir daha da kalkmadı.
Gölge kadın muhtemelen kıza doğru dönmüştü ancak bir gölgeden ibaret olduğu için yaptıkları tam belli olmuyordu.
“Evet küçük kız, ben Akhyls . Karanlığın tanrıçası ve sen de benim yaratıcım olacaksın. Bana yeni bir beden yaratacaksın.”
Kız bir süre konuşmadan kadını izledi. Sonra çok mühim bir soru sorarcasına “ Nasıl?” dedi.
Kadın duraksamadan konuştu. “ Sadece hayal et. Bu yüzden seni seçtim çocuk. Senin ayrıntılı hayalin bana bir beden yaratacak. Gerçekliğe kavuştuğum zaman seni, aklının bile alamayacağı ödüllere boğacağım.”
Kız bu vaat karşısında duraksadı. Sonra gözlerini yerden kaldırıp dosdoğru gölgeye baktı.
“Ben bir şey istemiyorum. Sadece… Benim arkadaşım olur musun?”
Kadın sesi küçük bir kahkaha attı.
“Tanrıçaların arkadaşları olmaz. Ama seni en yakın hizmetkarım yapabilirim. Bu büyük bir onurdur.”
Kız masumca sordu.
“Yani arkadaşım olacak mısın?”
Eğer kadının gözleri olsaydı devirdiği açıkça görülürdü. Ancak bunun yerine en sabırsız ve bıkkın sesiyle konuştu.
“Evet olacağım seni inatçı insan yavrusu. Çabuk hayal etmeye başla. Bana bir beden yarat. Bu gölgede sıkışıp kalmak kollarımı kaşındırmaya başladı.”
Kız yüzünde bilmiş bir gülümsemeyle gözlerini kapattı.
***
Anne metrodaki oturaklardan birine oturmuş, etrafını çevirmiş polislere yaşlı gözlerle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. O sırada küçük kız gölgelerin içinden çıkıp annesine doğru yürümeye başladı. Kadın kızını gördüğü anda oturduğu yerden kalkıp kızının yanına koştu. İlk önce sıkı sıkı sarıldı sonra da onu omuzlarından tutup sitemkar bir sesle azarlamaya başladı.
“Nereye kayboldun bakayım sen bir anda? Çok korkuttun beni. Biri seni kaçırdı sandım. Bir daha sakın böyle ortalıktan kaybolma. Sana kaç kez tembihledim, kalabaklık yererdeyken elimi bırakma diye. Nereye gittin, ne yaptın?”
Kız masumca kirpiklerini kırpıştırdı.
“Sadece arkadaş ediniyordum.”
Sonra yüzü aydınlandı. Sevinç içinde elindeki kara kıyafetli, bezden ve somurtkan bir bebeği gösterdi.
“Bak bu yeni arkadaşım Akhyls anne. Bundan sonra hep benimle kalacak.”
Bu konuşmayı uzaktan izleyen bir melek sessizce kıkırdadı. Ezeli düşmanı sonsuza dek, hiç kaçamayacağı bir yerde hapisti artık.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Kayboldum

Evet doğrudur, kayboldum. Kendimi kaybettim, kişiliğimi kaybettim, dostlarımı kaybettim. Kısacası her şeyi kaybettim. “ I want to play a game again. “ diyecek gücüm bile yok. Çünkü biliyorum ana ekranımda “ Game over. “ yazısı kalıcı olarak kayıtlı.
Yapmadığım şeyler için suçlanıyorum. Evet bunu söyleyebilirim. Bu tek gerçek. Bir tarafta insanlar yüzüme gülüyor, merak ediyorum, altın kaplamasını kazıyorum bu gülüşlerin ve altından çürümüş bir düzenin kokusu yayılıyor. Bıktım kardeşim, bıktım. Sahte sevgilerden, sarılmalardan, canım arkadaşım diyen ağızlardan yayılan yalanlardan. Popülarite uğruna satılan insanlar çöplüğünde, sırtıma saplanmış Macbethvari bir hançerle yan gelmiş yatıyorum.
Bazı insanların boktan egolarını tatmin edemediğim için kişiliğimi değiştirmem gerektiği uyarısını alıyorum. Ey kokuşmuş koyunlar, sürü psikolojisi mahkumları, kişiliği olmayan bir dünyada kişiliğinizin olması suçsa, bırakıp giderim hacı bu ne ya? Kağıttan maskelerinizin altındaki canavar suratlarınızı görme yeteneğine sahip olmam suç mu?
Sonuç mu? Sonuç monuç yok. Kayboldum sonuçta. Kesişen yolların ortasında ileriyi göremiyorum. Bildiğim tek şey nefret, derin, sonsuz bir nefret.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Farkındalık

Farkındalık 


Kapının zili çaldığında, güneşin kollarını yüzümde hissetmenin verdiği uyuşuklukla yatakta dönüp duruyordum. Zilin tiz sesi beni kendime getirmesine rağmen yataktan çıkmak hiç işime gelmiyordu. Fakat belli ki annem de kapıyı açmaya niyetli değildi. Oflaya puflaya sıcak yatağımdan çıkıp soğuk taşların üzerinde bir süre dans ederek terliklerimi aradım. O sırada bir sandalye devirip, kafamı duvardaki rafa vurmayı da ihamal etmedim.
Apar topar merdivenlerden inip, düşüp boynumu kırma tehlikesi geçirmeme neden olacak bir acelecilikle kapıyı açtığımda, karşımda duran surat içimde gülme isteği uyandırmıştı. Kerem, elinde mavi büyük bir kova, iki olta, malzeme kutusu ve kafasında çok komik yeşil bir şapkayla karşımda duruyordu. Yüzündeki keyifli gülümseme şakacı bir kızgınlığa dönüştü.
“Aa Merve neden hala hazır değilsin? Hani balığa gidecektik? Yoksa bizi ekmeyi mi planlıyordun?”
Son cümleye efekt olarak parmağını yüzüme doğru salladı. Balık planlarını tamamen unutmuştum.Gülerek elini yana ittim.
“Unutmuşum işte. Hem sabah sabah senin bu heyecanlı tavıraların eşliğinde hatırlamak daha eğlenceli oldu. Selim’le Gizem de geliyorlar değil mi?”
Göz kırpıp cevap verdi. “Kambersiz düğün olur mu? Tabi ki geliyorlar. Bizim köylüleri unutur muyum hiç.”
Keyifim yerine gemişti. Kerem’i salona buyur edip yukarıya giyinmeye çıktım. Hazırlanıp indiğimdeyse annemin adeta çocuğu esir almış olduğunu gördüm. Annem kahvaltıya kalması için ısrar etmesine karşın Kerem ıkına sıkıla geç kaldığımızı, balık saatini kaçıracağımızı ve sandeviçlerle de idare edebileceğimizi söylüyordu.
Merdivenleri inip anneme günaydın dedim. Annelere özgü o koruma iç güdüsüyle öğütlerini sıralamaya başladı.
“Aman kızım fazla açılmayın. Biliyorsun bu denizin sağı solu belli olmaz. Hem bir tek sen kaldın geriye, seni de baban gibi denize kurban vermeyeyim. Nolursunuz kendinize dikkat edin. Al bu da yanında bulunsun, sakın ayırma yanından.”
Sarı ve kalın bir zincirin ucuna tutturulmuş, altın kapaklı pusulayı boynudan çıkarıp bana uzattı. Ona bir süre şaşkılıkla baktım. Bu babamın pusulasıydı. Denizde kaybolduktan sonra ondan geriye bir tek bunu bulabilmişlerdi sandalın içinde.
Elime ilk defa alıyordum pusulayı. Babam kaybolduktan ya da uzmanların dediğine göre yüzde doksan dokuz olasılıkla öldükten sonra annem bunu hiç boynundan çıkarmamıştı.Altın zinciri yavaşça boynuma geçirdim.
“Seni rahatlatacaksa takarım.” dedim gülümseyerek. Gözlerine çöken rahatlama beni etkilemişti.
Kerem’e döndüm. “Haydi çıkalım.”
Anneme teşekkür edip el sallayarak çıktık evden.
Kerem yol boyunca ne kadar çok balık yakalayacağı hakkında atıp tutarak beni güldürdü. Gizem ve Selim de benim gibi unutkan katagorisine girmeye hak kazanmışlardı anlaşılan. İlk önce Gizem’in hazırlanmasını bekledikten sonra, Selim’i de evinden alarak limana doğru yürüdük.
Güneş ilkbahar havalarına özgü bir neşeyle tepemizde gülücükler saçıyor, Kerem’in daha da umutlanmasına yol açıyordu.
Limana vardığımızda bizi küçük bir sandalın yanına götürdü. Gizem kaşlarını kaldrarak “Sence sığar mıyız?” diye sordu. Kerem bu soruya biraz bozulduysa da belli etmedi herhalde.
“Samimi bir ortam yaratalım dedik.”
Beyler sandalı hazırlayıp suya indirirken ben de Gizem’in yanına gittim. Göz kırparak “Aman fazla samimi olmasın da.” diye fısıldadı.
Küçük bir kahkaha attım. Nihayet sandal suyla buluşup, herkes yerleştiğinde içerideki tek modern şey olan motor rahatsız bir homurtuyla çalışmaya başladı.
Fazla hızlı değildik yine de denizin kokusunu burnumda, rüzgarın elini alnımda hissetmek bana büyük mutluluk veriyordu. Boynumda asılı duran pusulanın ağırlığı bana yersiz bir güven duygusu aşılıyordu. Sanki bu küçük pusula beni hayata bağlayabilecek tek şeymiş gibi bir his vardı içimde.
Merakım ağır basmıştı bir anda. Sandalımız dalgakıranı aşıp açık denize yol alırken elimi pusulanın altın yüzeyinde gezdirdim. Ön kapakta itinayla işlenmiş bir sonsuzuk sembolü vardı. Başka bir iz ya da işaret yoktu. Düğmeya basıp kapağı açtığımda en az dışı kadar iyi işlenmiş pusula bölümüyle karşılaştım. İbre kuzey- doğuyu gösteriyor, sandalın dalgalar karşısındaki sallanışına göre de hafif hafif oynuyordu.
Tam kapağı kapatacakken iç kısma yazılmış kelimeleri farkettim. Gözlerimi kısıp okumaya çalıştım. “ Farkındalık sona giden yolda ilk adımdır.”
Bu cümle bana bir şey ifade etmemişti. Ancak belki de babamın kayboluşuyla bir ilgisi vardı. Bazı şeyleri fazla kurcalamayı seven bir insan değildim. Belki de bu yüzden Kerem’in “Geldik!” cümlesini duyduğumda kafamdaki soruları bir kenara itip, Selim’in yaptığı şaklabanlıklara gülmeye başladım. Pusula bir buhar misalı kafamdan uçup gitmişti.
İşin balık tutma kısmı tam bir faciaydı. Daha önce balık tutma deneyimi olmayan dört hiperaktif genç küçük bir sandala tıkışıp, oltaları hazırlamaya çalışınca sonuç da pek iç açıcı olmamıştı tabi. Selim misinlara dolanmış, Gizem yemlerimiz olan solucanları yanlışlıkla denize serpmiş ve Kerem de oltayı hazırlmayı başaramamış olmasına rağmen iğneyle kendisini yakalamıştı.
Ben ise arada kıkırdamama rağmen ciddiyetimi korumayı başarıp “Hadi ama kaç yaşına geldiniz hala şu şaklabanlık yapma işini bırakamadınız. Hepimiz koca koca insanlarız. Hadi ama!” diye sesleniyordum.
Kerem serzenişlerimi duyduğunda iğneyi montundan çıkarmaya çalışmayı bir kenara bırakıp gülerek bana nasihat vermeye koyuldu. “Asıl sana hadi ama. Biraz eğlensen ölürsün değil mi Merve? Hem akıl yaşta değil baştadır demiş atalarımız. Beni dinlemiyorsan onları dinle.”
“Evet.” diye homurdandım, “Bu söz hala nasıl bu kadar çocuk kafalı olduğunuzu açıklar.”
Kerem’in suratı asılır gibi olunca biraz sert çıktığımı anladım. Hınzırca gülümseyerek “Sen eğlenmek nasıl olur gör şimdi.” diyerek başındaki komik şapkayı bir çırpıda alıverdim.
“Heyy!” tarzı bir tepki vermiş olsa da yumuşamama sevinmiş görünüyordu. Üzerime atladığında şapkayı ondan uzak bir yerlerde tuttum ve inadına vermedim. Bir yandan gülüyor bir yandan da şapkayı yakalamaya çalışıyordu.
Sonra birden geri çekildi ve elimi yakaladı. Boynuma asmadığım için elimde kalan pusulayı sıyırıp aldı avuçlarımdan. Bir anda korkunç bir panik duygusu kapladı içimi. Daha “Dur!” dememe kalmadan hızlıca geriye çekildi ve sandalın dengesi bozuldu. Ne zaman devrildiğimizi tam olarak anlamamıştım. Tuzlu su her tarafımı kaplamış, görme yetimi almıştı elimden. Ruhum çıldırmış bir elektirikli süpürge tarafından emiliyormuş gibi hissediyordum. Panikle çırpınırken kafamı sertçe sandalın kenarlarından birine çarptım ve dünyam bir anda karardı.
Boğazımdan yükselip ağazımdan fışkıran suyun farkına vardığımda neler olduğunu tam anlamıyla hatırlayamıyordum. Çevremde tanıdık sesler duymakla beraber metalden, soğuk ve düz bir zeminin üzerinde yatmanın getirdiği uyuşukla vücudum hiç bie emrime tepki vermiyordu. Sandalın devrilmesiyle cereyan eden felaketler dizisini hatırlamaya başladığımda panik içinde, tuzun etkisiyle yanan gözlerimi açtım ve yattığım yerden doğruldum.
Selim, Gizem ve Kerem tek kelime etmeden çevreme dizilmiş, bu kadar iğrenç bir durumda olmasak gülebileceğim suratlarla bana bakıyorlardı. Elimi başımın arkasına, sandala vurduğum yere götürdüm. Ne bir ağrı ne de bir kan emaresi vardı. Tuhaftı.
Kerem bile gülmüyorsa ciddi bir durumla karşı karşıyaydık demekti. Ortaya bir “Ne oldu? Hangi cehennemdeyiz biz? “ sorusu attığımda ilk cevap veren yine Kerem oldu.
“Sandal devrildi, sen kafanı vurup bayılmıştın. Selim ve Gizem de sandalın suyun üstünde kalan bölümlerinden birine tutunmuşlardı. Seni çekip çıkarttım ve öylece beklemeye başladık. Sonra ufukta şu anda üzerinde durduğumuz bu tuhaf gemi göründü. Sandaldan umudumuzu kestiğimiz için belki bize yardım edecek biri çıkar diyerek gemiye çıktık. “
Bütün bunları cani bir robot gibi tekdüze bir sesle sıralamıştı. Sonra bürden yüzünden pişmanlık dolu bir ifade geçti. “ Pusulanı denize düşürdüm ve bulamadım. Çok üzgünüm. “
İçimi karanlık bir his kapladı. Yine de karşımda bu kadar pişman ve yorgu dururken onu bu kadar rahat yargılayamazdım. Sonuçta hayatımı kurtarmıştı ve kaç yıllık arkadaşımdı. Bir pusula için onu kıramazdım.
“Sorun değil, aptal bir pusulaydı zaten. Annem anlayışla karşılayacaktır.” Bir an duraksadım ve etrafıma bakındım. “Tabi eve dönebilirsek.”
Son cümlem bizim köylüleri yeniden hayata döndürmüşe benziyordu. Selim yola çıktığımızdan beri ilk defa konuştu. “ Sen baygınken gemiyi şöyle bir yarım yamalak gezdim. Kimse yok, tamamen ıssız. Fakat motorları bir şekilde çalışıyor ve durmadan ilerliyoruz. Daha içerilere girmeye cesaret edemedim. Nasıl demeli biraz şey… Biraz ürkütücü görünüyordu. Tuhaf.”
Ayağa kalktım. İşler iyice sarpa sarmaya başlamıştı. Gizem büyümüş gözlerle anlatılanaları dinliyor, bazı yerlerde de kafasını sallıyordu. İşi ele almanın vakti gelmişti.
“Bence ayrılıp gemiyi araştırmalıyız. Mutlaka bizi limana bırakabilecek görevli birini buluruz. “
Kerem sanki aklımı okumuşçasına sözü aldı. “ Selim sen Gizem’e göz kulak ol. Beraber kaptan dairesine gidin. Kayda değer şeyler arayın. Ben Merve’yle yolcu odalarını kontrol edeceğim. Yolda geminin planını görürseniz yanınıza almayı unutmayın. Sonuçta çok büyük bir gemideyiz.”
Etrefıma bakındım. Kerem haklıydı. Bu çok büyük bir yolcu gemisiydi. Sanırım en az bir beş katı vardı. İşimiz uzun sürecekti anlaşılan.
Selim’in “ Tamam o zaman ayrılalım.” demesiyle harekete geçtik. Kerem’le bir süre yan yana yürüdük. İkimiz de konuşmuyor, etrafımızda gördüklerimizi hazmetmeye çalışıyorduk.
Dik bir merdivenle güverteden yolcu odalarına indiğimizde havadaki tekinsizlik hissi beni iyice ürpertmeye başlamıştı.
Yocu odalarının bulunduğu koridor gayet şaşafatlı düzenlenmişti. Yerdeki kırmızı halı yeni serilimiş gibi parlak ve yumuşaktı. Krem rengi duvarlarda Dali’nin olduğunu düşündüğüm pek çok resim asılıydı. Biraz daha yaklaşıp baktığımda orijinal olduklarını gördüm. Ne kadar para ettiklerini düşünmek bile başımı döndürmüştü. Tavanda asılı duran kristal avizeler göz kamaştırıcı bir berraklıkla koridoru ışığa boğuyordu.
Bütün odaların kapıları açıktı. Her birini teker teker gezdik. Bütün odalarada tam bir el değmemişlik havası vardı. Sanki ezelden beri kimse buralara adım bile atmamıştı. Bir oda hariç. Kapıdan içeri adımımı attığımda açık duran yatağı gördüm. Yerde bir çift erkek terliği birbirinin tersi yönlerde duruyordu. Gece lambalarından biri açık bırakılmıştı. Kerem’e baktım. Onunda gözlerinden benimle aynı şeyler geçiyordu. Demek ki burada bizden başka birileri daha vardı.
Odanın sonuna doğru ilerlediğimde çalışma masasının üzerinde duranları görmek benim için ciddi bir şok anıydı. Ellerim titreyerek masanın üzerindeki gözlüğü aldım. Krem rengi çerçevesi, ucuna takılı aynı renkteki zincir ve sol camındaki çatlakla bu babamdan başkasına ait olamazdı.
Çığlık atma isteğimi uyandıran bir başka nesne ise masanın üzerinde duran altın pusulaydı. Kerem’in gözleri büyüdü. Ağazı hayretle aralandı.
“Ama ben bunu düşürdüğüme emindim.”
Cevap veremiyordum. Veremiyordum çünkü mantıklı bir cevabım yoktu. Üstelik tek anormal durum da bu değildi. Pusulanın üzerindeki sonsuzluk sembolü ben elime aldıktan sonra garip bir ışıkla parlamaya başlamıştı. Kapağı açtığımda ibrenin durmaksızın dönüyor olduğunu gördüm. Kapağın arkasında yazan kelimeler de tıpkı sonsuzluk sembolü gibi parlıyordu. Cümleyi tekrar okuduğumda bu sefer bazı şeyler anlam kazanmaya başlamıştı. “Farkındalık sona giden yolda ilk adımdır.”
Kapının yanından bir çıtırtı sesi geldiğinde Kerem’de bende o tarafa gördük. Bu oydu. Orada kapıya yaslanmış bana bakıyordu. Dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Babam yüzünde soğuk ve tartan bir ifadeyle baştan aşağıya süzdü beni. Hayatımda hiç çığlık atmamıştım. Fakat bu sefer benim için bir istisnaydı. Çığlık attığımda Kerem’in kolunu omuzumda hissettim. Babamsa yeniden baktığımda orada değildi.
“O buradaydı. Babamı sen de gördün mü?” Sesim histerik bir tondaydı.
Kerem yavaşça ve şok içinde konuştu.
“Babanı bilmem ama ben anneannemi gördüm. Biliyorsun yıllar önce batan bir gemide boğulmuştu. Bu nasıl olabilir? Nasıl ikimizde aynı kabusu görüyor olabiliriz?”
Yere çöküp şiddetle ağlamaya başladım. Hem sinirlerim bozulmuştu hem de gerçeği anlamıştım. Kerem ise beni teselli edemeyecek kadar çökmüştü. Ne kadar süre ağladım bilemiyordum. Kendimi kandırımış, kapana kısılmış ve kaybolmuş hissediyordum.
Gözlerimi Kerem’e diktim. Cevabını bildiğim halde durumu açıklığa kavuşturacak olan soruyu sordum. “ Kerem biz kaç gündür bu lanet gemideyiz?” Ne kadar uğraşsam da sesimin titremesine mani olamamıştım.
Boş boş bana baktı. “Bilmiyorum.”
Ağır ağır ayağa kalktım. Dehşetimin yerini güçlüğ bir boyun eğiş ve kararlılık almıştı.
“Gidelim.” dedim sakince. “ Selim ve Gizem’i bulmalıyız. Galiba burada neler döndüğünü biliyorum.”
Kerem şaşkın şaşkın baktı bana. Bendeki bu ani değişimin nedenini anlayamamıştı. Yerden kalkarken sadece “Peki.” dedi.
Hızlıca koridorları geçtik ve güverteye çıktık. Havada en ufak bir rüzgar, bir esinti bile yoktu. Gizem ve Selim’i bize doğru koşarken gördüm. Yüzleri şaşkınlığa boğulmuştu. Gizem yanıma geldiğinde ağlamaya başladı. Sonra hızlıca başlarından geçenleri anlattı.
Kaptan köşkünde de kimseye rastlamamışlardı. Geminin rotasına bakmak istediklerinde sadece koca bir boşluk görmüşlerdi. Bu gemi hiçbir yere gitmiyordu.
Selim hiçbir şey söylemeden öylece dikiliyordu. Zaten hep suskun bir çocuk olmuştu, şimdiyse konuşma yetisini tamamen kaybetmiş gibiydi.
Gizem’in anlattığı şeyler de vardığım kanaati iyice güçlendiriyordu. Burada ne kadar zamandır bulunduğumuzu bilmiyorduk. Bu süre zarfında hiçbir şekilde acıkmamıştık yada başka bir insani ihtiyaç hissetmemiştik. Bu geminin bir önceki yolcusu olan babamı görmüştüm. Pusulanın üzerindeki sonsuzluk sembolü ve o gizemli cümlede artık açık bir ima haline gelmişti. Kafamı kaldırıp hepsinin gözlerinin içine baktım. Farkındalığa erişmiştim.
“ Biz aslında ölüyüz, bu da bizim son yolculuğumuz. Bu gemi bizi sonsuzluğa taşıyacak olan araç.”
Farkındalıkla birlikte gelen huzuru hissettim. Aslında hepimiz sandal devrildiğinde boğulmuştuk. Olay bundan ibaretti. Gözlerimi kapattım ve ölümün tadını çıkartmaya başladım.
——————————————
Kasaba gazetesinin haberi üzerinden yaklaşık bir ay geçmişti. Yine de olay bir türlü gündemden düşmüyordu.
“Kaybolan dört gençten hala haber alınamadı. Sandalda bulunan pusula ise hala gizemini koruyor. Uzmanlar gençlerin yüzde doksan sekiz olasılıkla ölmüş olabileceği üzerinde duruyorlar. Olayın bir cinayet mi olduğuysa soruşturuluyor. Kasabada hızla artan kaybolma vakalarıysa civar köylere de korku salmaya başladı. ”

16 Ekim 2010 Cumartesi

Okyanusun Ruhları

                                         Okyanusun Ruhları

Yıldızların denize yansıyan görüntüsü, ayın dolgun simasıyla senkronize bir biçimde, dalgaların oluşturduğu küçük akıntıların üzerinde titreşiyordu. Deniz kuşları güneş batmadan önce, çok uzaktaki kara parçalarına doğru uzaklaşmış, engin gökyüzünü sessiz gecede tek başına bırakmıştı. Akıntının sürekli yankılanan iç gıdıklayıcı şapırtısı dışında sessizlik, siyah katran gibi okyanusun üzerine inmişti.
Küçük bir sandalın üçgen biçimli ön kısmı denizin bitmek bilmeyen uğultulu sesi eşliğinde, sarsıntısızca bu geniş yıldız okyanusunu boydan boya yarıyordu. Denize güçlü darbelerle inen bir çift kürek suyun altında küçük girdaplar oluşturuyordu. Etrafı sadece tembel Ay’ın solgun ışıltısı ve sandalın kıç tarafındaki bir direğin ucuna asılmış tahta şamdandan yayılan mum ışığı aydınlatıyordu. Titrek mum ışığı, kayığın içinde kürek çeken adamın profilini gölgelere boğuyor, onu on yıl yaşlandırıyordu. Oysaki dikkatli bakan bir çift göz adamın yüz hatlarındaki çocuksu yumuşaklıktan, en fazla on dokuz yaşında olduğunu anlardı.
Sandaldaki adam delirmiş gibi kürek çekiyor, bu küçük sandalı bir yelkenliden daha hızlı götürmeyi başarıyordu. Harcadığı güç yüzünden kaslarının yanması, soluğunun kesilmesi, her yerinden ter fışkırması onu neredeyse ilgilendirmiyordu bile. Parlak gözleri, azimle ilerideki görünmez bir hedefe kilitlenmişti.
Genç adam kürek çekmeyi bırakıp yeniden Kutup Yıldızını kontrol etti. Doğru yolda gittiğini düşünmek onu rahatlatıyordu. Ne de olsa olmadığı var sayılan bir yere haritalar yardımıyla gitmek olanaksızdı. Önemli olan umudunu kaybetmemekti. Çünkü umut en iyi pusuladan bile daha iyi bir rehberdi.
Adam bakışlarını yıldızlı gökyüzünden, sandalın arka tarafında yatan karanlık ve büyükçe bir kütleye çevirdi. Küreklerini sandalın iki tarafında bulunan oyuklara sabitleyip bıraktığında, düşmelerini önlemiş oldu. Kütleye doğru uzanıp, koyu renkli örtüyü kaldırdı. Şamdandan yayılan sarı, zayıf ışık şimdi örtünün altında yatan bambaşka bir yüzü aydınlatıyordu. Bu terden sırılsıklam olmuş, saçları güzel yüzünü çevreleyen genç bir kızdı.
Kızın yüzü az ışıkta bile fark edilecek kadar solgundu. Kapalı göz kapakları arada bir açılacakmış gibi titreşiyor fakat sonrasında bu çabadan yorgun düşerek daha büyük bir ağırlıkla örtüyordu gözlerini. Soğuk soğuk terliyor ve titriyordu. Ateşinin etkisiyle dudakları ve yanakları kızarmış, alnı cayır cayır yanıyordu.
Kız belli ki çok ağır hastaydı. Genç adam onu kurtarmak uğruna elinden gelen her şeyi yapmıştı. Fakat kızın hastalığının bulunabilmiş bir şifası yoktu. Önlerinde bir seçenek dışında hiçbir şey kalmamıştı. Bu seçenek de sonsuzluğa açılan bir kapı gibi bilinmezliğe uzanıyordu adeta. Genç adam kızın üzerini yeniden sıkıca örtüp, küreklere asıldı. Küreklerin suya dalıp çıktıkça çıkardığı şapırtının ardında, kızın soluklarının yavaşladığını duyuyordu. Fazla zaman kalmamıştı. Kız güneşin doğuşunu göremeyebilirdi.
Adam saatlerce kürek çekti. Sadece arada bir kızın yaşayıp yaşamadığını kontrol etmek için duruyordu. Nihayet koyu karanlığın içinden bile rahatça seçilebilen yan yana dizilmiş üç adayı gördüğünde kürekleri elinden bıraktı. Doğru yere geldiğini anlamıştı. Kafasını kaldırdığında Kutup Yıldızını göremedi. Onun yerini kıpkırmızı parlayan başka bir yıldız almıştı. Denizkızı takımyıldızı.
Genç adam oturduğu yerde ayağa kalktı. Elini cebine sokup, gece kadar siyah bir inci çıkardı. İncinin pürüzsüz yüzeyi ay ışığında soğuk parıltılar saçıyordu. Adam inciyi başının üstüne kaldırıp, gerekli sözleri söyledi; “Niyelyé lubak ımıgad’a”
Sözlerini bitirmesiyle elindeki inciyi denizin karanlık sularına bıraktı.
Bir kaç saniye yeni geçmişti ki incinin düştüğü yer içten içe kaynamaya, fokurdamaya başladı. Bir şey suyun yüzeyine çıkıyordu. Aniden fokurdama durdu. Su tekinsiz bir biçimde durgunlaştı. Genç adam ellerini kayığın iki yanına dayayarak, eğilip suya baktı. Birden kendisinden biraz ötede güçlü bir dalgalanma oldu. Kafasını kaldırıp baktığında suyun üstünde süzülen Üç Bilge’yi gördü.
Pul pul balık kuyruğu şeklinde bir alt kısmı olan ve omzundan üç güzel kadın başı yükselen bir deniz ruhuydu bu. Her kadın başı bir kavramı ifade ediyordu. Ölüm, yaşam ve kader. Hepsinin yüz hatları birbirinden farklıydı. Ölümün kuzguni saçları ve gözleri vardı, yaşamın ise bembeyaz saçları ve gök mavisi gözleri. Kader farklıydı. İçlerinde en yaşlı ve bilge görünüşlü oydu. Yüzünün neye benzediğini söylemek zordu çünkü her saniye şekil değiştiriyordu.
Ölümü simgeleyen kadın sakin ve soğuk gözlerle genç adamı süzdü. Konuştuğunda sesi tıpkı bir mezardan geliyormuş gibi durgundu.
“Ne istiyorsun bizden genç insan? Yine hangi gereksiz isteklerle kapımıza dayandın? “
Delikanlı dizlerinin üstüne çöktü. Eliyle sandalın arkasında yatan kızı göstererek “Sizden sadece onu iyileştirmenizi istiyorum. Başka hiçbir dileğim yok.”
Kader konuşmaya katıldı,
” Kız ölüme kavuşmak zorunda genç adam. Eğer onu kurtarmak istiyorsan her şey gibi bunun da bir bedeli olacaktır.”
Delikanlı kaşlarını çattı.
“Fakat ben size bie bedel ödedim. O siyah inciyi size sundum.”
Yaşam gözlerini kısıp “Amma da asi !” diye homurdandı.
Kader tek bir bakışla susturdu yaşamı. Genç adama dönüp açıklamaya devam etti.
“O inci sadece bizi görebilmek için bir bedel, bizden istediklerin için değil. Yaşam kırılgandır oğlum. Ölenler ve yaşayanlar bir terazi üstünde sürekli dengede olmalıdır. Eğer birinin canını bağışlamamızı istiyorsan karşılığında başka bir can sunmalısın. Kendi canını.”
Derin bir sessizlik bu nihai karar anında ortalığı kapladı. Delikanlı omzunun üstünden arkasında yatan kıza baktı. Kızın solukları neredeyse duyulmuyordu. Adam böyle ölmeyi tercih edeceğini düşündü. Sevdiği kızı kurtarmak uğruna, anlamlı bir şekilde ölecekti. Derin bir soluk alıp teker teker üç bilgenin de yüzüne baktı. Cevabı kısaydı.
“Kendi canıma sunmaya hazırım.”
Ölüm alaylı alaylı gülümsedi.
“Bunu yapmak istediğinden emin misin Cesur Yürek?”
“Evet”
Ölüm sakin sakin üç kafaya da ait olan eli kaldırıp parmağını şıklattı. Genç adam birden bacaklarının onu daha fazla taşıyamayacağını hissetti. Yere yığıldı. Yaşam hızlı hızlı dua okuyordu. Sevdiği kızı geri getirmek için. Adam kızın tekrar derin derin soluk almaya başladığını duydu. Fakat şimdi kendi soluklarını duyamıyordu. Yıldızlar gök yününde parlıyor, onun ölümünü izliyorlardı. Delikanlı aya sabitlenmiş gözlerini bir türlü kapatamıyordu. Ölümün hafif dokunuşlarına doğru sürükleniyordu. Ruhunu teslim etmeden önce gördüğü tek şey kırmızı aptal bir yıldızdı.

15 Ekim 2010 Cuma

Bosna'nın Ardında


Bosna'nın Ardında
“Bağımsızlığı kabul etmeyeceğiz. Eğer Bosna bağımsız olursa, Müslüman, Sırp ve Hırvatların çatışmasından kaçamayız. Umarım bu bir uyarı olur. Aksi takdirde, Kuzey İrlanda, Bosna-Hersek’in yanında bir tatil merkezi gibi kalır.”
Radyodaki korkunç cümlelerin sahibi elbette ki Radovan Karadziç’ti. Panjurları sıkıca örtülmüş, sadece küçük bir abajürün aydınlattığı sade evin duvarlarında yankılanan bu sözcükler elindeki deftere bir şeyler çiziktiren genç kadının dudaklarına acılı bir gülümseme yayılmasına neden olmuştu. Bu laflar edileli çok uzun zaman olmuş, savaş denilen o metalden canavar çoktan Saraybosna’yı dört bir yandan kuşatma altına almıştı. Kadın başını eğip, yanğından damlayan gözyaşını silmeye bile tenezzül etmeden elindeki deftere yazmaya devam etti.
“…geri dönmeyecek diye çok korkuyorum. Eğer o ölürse bir başıma, çocuğumla yapayanlız, savaşın ortasında ne yaparım hiç bilmiyorum. Zavallı daha dört yaşında. Her gün bana babasını soruyor. Bir şey söyleyemiyorum. Ya ben de ölürsem ne yapar o küçücük aklıyla. Minicik elleriyle nasıl tutunabilir yaşam denen o cılız dal parçasına. Kimsemiz yok. Tıkılıp kaldık dört duvarın içine. Yiyeceğimiz giderek azalıyor. Sırplar Saraybosna’ya girmek üzere. Geleceğimiz sisli bir deniz gibi. Önümüze ne çıkacağını bilemeden kürek çekiyoruz. Ne zaman bitecek bu vahşet, bu savaş. Hepimiz ölsek de kurtulsak diye dua ediyorum. Ama tutunmak zorundayım. Oğlum için. Sadece onun için.”
Kadın kalemini defterinin içine sokup, siyah ciltli kapağı kapattı. Yüzü gece üzerine çiğ yağmış yumuşak çimenler gibi ıpıslaktı. Yerdeki ince döşeğin üzerinde, elindeki arabasıyla masumca oynayan oğluna baktı. Zavallı çocuk bariz bir şekilde zayıftı. Gözlerindeki erken olgunlaşmış ifade iç burkacak bir biçimde hüzünlüydü. Çok sessiz ve içe kapanıktı. Savaşla birlikte büyüyen diğer çocuklar gibi.
Annesi sessizce oturduğu koltuktan kalkıp yanına gitti. Elleriyle çocuğun keçeleşmiş saçlarını karıştırdı. Oğlan elindeki arabayı bırakıp bıkkın gözlerle annesine baktı.
“Anne babam neyde?” Hala bazı kelimeleri doğru telafuz edemiyor, ağızında yuvarlıyordu.
Kadın gözlerinin yeniden dolduğunu hissetti.
“Bizden daha iyi bir yerde tatlım.”
Çocuğun gözlerinden hayal kırıklığıyla dolu bir parıltı geçti.
“Anne babam öldüy mü?”
Kadın acılı bir ifadeyle oğluna bakakaldı. Çocuğunun büyüdüğünü anladığında her annenin yaşadığı hüznü yaşıyordu o anda. Tek farkla. Oğlunun bu kadar erken büyümesiydi onu bu kadar hüzünlü kılan.
Uzaklardan duyulan uğultulu bir ıslık sesi kadının gözlerini oğlunun gözlerinden ayırmasına neden oldu. Ses giderek büyüyordu. Ve birden gürültülü bir patlamanın sesi Saraybosna sokakalarında yankılandı. Kadın koşarak pencereye gittiğinde, panjurların arasından bunun kırmızı bir işaret fişeği olduğunu gördü. Kırmızı ışığın altında şehrin sınırlarından içeri doluşan yüzlerce eli silahlı ve meşaleli Sırp askerini farketti. Saraybosna düşmüştü. Şehir kuşatılmış ve bütün çıkış yolları tutulmuştu. Onlarca insan bir fare deliğine kısılıp kalmıştı. Kaçış yoktu.
Kadın hızla abajürün ışığını söndürdü. Oğlu bu sırada meraklı bakışlarla onu izliyordu. Annesi onu oturduğu yerden kapıp kucağına alana kadar hiç sesini çıkarmadı. Sonunda hafif korkmuş bir sesle “Nireye gidiyoyuz?” diye sordu.
Annesi çocuğun yüzünü kendisine döndürüp oğlunun gözlerine bakarak ” Hadi gidip yıldızları izleyelim. Tavan arasına çıkalım oradan yıldızlar daha iyi görünür. Hani eskiden senin tahta atını koyduğumuz yere.”
Oğlan sorgusuz sualsiz kabul etti bu teklifi. Kadın hemen oğlunu kucakladı ve kendini dairesinden dışarı attı. Uzaktan uzağa çığlıklar ve silah sesleri duyuluyordu.Vahşet başlamıştı.
Ana oğul merdivenlerin başına geldiklerinde dışarıda büyük bir patlama oldu. Tavandan tozlar yağdı ama emektar bina yıkılmamakta ısrar etti. Kadın sarsıntı geçtiğinde hızla merdivenleri tırmanmaya başladı. Tavan arasına açılan kapıya vardığında içeri girdi. Fazla zaman kalmamıştı. Kadın kucağında oğluyla tavan arasının sonundaki pencerenin altına çömeldi. Dışarıda askerler insanlık sınırlarına yeni bir boyut kazandırmakla meşguldüler.
Çocukları ve erkekleri öldürüyor, kadınların namusunu kocalarının önünde kağıt gibi buruşturup atıyorlardı. Sokaklar mezbahaya dönmüştü. Küçük çocuk ise bütün bunları bir kenara atmış tek bir yıldızın bile görünmediği kapalı gökyüzüne dikmişti gözlerini. Gözlerinde sıkıntılı bir merakla annesine döndü.
“Anne yıldızlay neyde?”
Kadın tatlı bir şekilde cevapladı oğlunu.
“Uyuyakalmışlar canım.”
Çocuk şüpheyle yeniden gökyüzüne baktı. Bu cevap pek tatmin etmemişti onu anlaşılan.
“Yıldızlay uyuy mu?”
“Tabi ki canım. Havada durmaktan yorulduklarında düşmemek için uyurlar.”
Apartmanın alt katları da silah seslerine teslim olmuştu. Bağırışlar ve acımasız botların çıkardığı sesler giderek yaklaşıyordu. Kadın oğluna sıkıca sarıldı.Artık sesler çok yakındı. Tavan arasına çıkan merdivenlerde ayak sesleri yankılanmaya başlamıştı.
Askerler kapıyı yumruklamaya başladığında kadın çocuğun kulağına eğilip. “Gözlerini kapa ve bakma.” diye fısıldadı.
Çocuk onu duymuyordu. Bambaşka bir şey ilgisini çekmişti. Biraz ilerisinde bembeyaz bir ışık parlıyordu. Işık şekillenmeye başladı ve üç kişiyi ortaya çıkardı. Yüzleri görünmeyen iki varlık ortadaki adamın iki yanında duruyordu. Üçü de bambayaz ışıkla yıldızlar gibi parlıyorlardı. Çocuk ortadaki adamı tanımıştı. Bu babasıydı. Adam çocuğa göz kırptı ve el salladı. Çocuk büyülenmiş gibi onları izliyordu.
O sırada kilide edilen iki el ateş ve bir omuz darbesiyle zamanın yaşlandırdığı ahşap kapı pes etti. İçeri giren askerler doğruca onlara doğru ilerlediler. Kadın onlara yalvardı. Çocuğunu bağışlamaları için. İçlerinden uzun boylu genç bir asker silahını kaldırdı ve kadının üzerine şarjörünü boşalttı.Çocuk ışığın yeni bir bedeni şekillendirdiğini ördü.Beyaz ışıktan örülmüş elbisesiyle annesi ona gülümsedi ve gelmesini işaret etti.
Çocuk uzaktan bir ses duydu. Küçük vücuduna isabet eden mermiler canını hiç yakmadı. Giderek annesiyle babasına yaklaşırken renksiz dudaklarında mutlu bir gülümseme vardı.Aile yeniden bir araya gelmişti.

Ölümden Kaçmak

                            ÖLÜMDEN KAÇMAK   

  Karanlık gecenin ağır ve hüzünlü sessizliğini telaşlı ayak seslerim bozdu.Soluk soluğa, ayaklarım yer yer çatlamış, ıslak asfalta değmeden koşuyordum. Buz gibi ayazda ağzımdan hızlıca verdiğim nefesim ince bir sis tabakası halinde göğe yükseliyordu. Bacaklarımdaki kaslar oksijen yetersizliğinden isyan çığlıkları atıyor ve sanki kızgın bir maşayla dağlanmış gibi alev alev yanıyordu.

  Şu kısa hayatımda bedevi şansım hep başıma bela açmıştı. Arkamdaki vampir buna örnek olarak gösterilebilirdi. Eğer durursam ya da tek bir defa dahi ardıma bakarsam ölümün kendisiyle yüz yüze gelirdim.Yine de beynimin panikten uyuşmamış bir tarafı kaçışımın boşuna bir yarış olduğunu tekrarlıyordu durmadan. Ölümden hızlı koşamazdım. Kaçış yoktu ve ben bu terk edilmiş ücra kasabada kapana kısılmıştım. 

  Tavşan her zaman kaplumbağayı yenerdi. Mutlu sonlar masallara özgüydü. Ne yazık ki hayat bir çocuk masalı değil korku romanıydı. Hele ki benim tavşanım gözü kan bürümüş bir vampirse.

  Gökyüzünü kaplayan sis bütün ışıkları söndürmüştü. Öyle ki nesillerdir atalarıma yol göstermiş Kuzey Tacı’nı bile göremez olmuştum. Umutsuzluk attığım her adımda somutlaşmış gibi beynime sızıyor, ağzıma, burnuma, kulaklarıma doluyor ve görmemi engelliyordu.

  Sonunda bir anlık dikkatsizliğimin ve paniğimin kurbanı oldum. Ayağım kaldırımın yamuk taşlarından birine takıldı. Yüzümün yan tarafını kaldırıma çarpacak biçimde yere düştüm. Ayakkabılarım ayağımdan kurtulup ulaşamayacağım bir uzaklığa fırlamışlardı. Demek ki neymiş, disko topuklu bir ayakkabıyla vampirlerden kaçılmazmış. Üstüne üstlük yanağımdan çeneme doğru ılık ve yoğun bir sıvı akıyordu. 

  Arkamdan zevkle boğuklaşmış yumuşak tınılı bir ses “ Mmm nefis kokuyorsun. Tıpkı fırından yeni çıkmış Fransız çörekleri gibi.” dedi.

  Belli ki başım bayağı dertteydi. Özellikle bir vampir tarafından yiyeceğe benzetiliyorsam. İyice paniklemiştim. Sendeleyerek yerden kalktım ve tekrar yüz üstü yere yapışmaktan son anda kurtulup yeniden koşmaya başladım.

 Arkamdaki ses sessiz gecede çınlayan küçük bir kahkaha attı. Bu cılız çabalarım onu eğlendiriyordu. Kafama dank eden düşünce bütün iç konuşmalarımı ve kara mizah diyaloglarımı bir ustura kadar keskin bir biçimde  yırttı. Ölümüne bahis oynuyordum. Arkamdan koşturan herifin tek derdi kanımı mideye indirip beni bu dünyadan postalamaktı.Ailemi, arkadaşlarımı ve küçük kedimi bir daha asla göremeyecektim. Bu kadar büyük bir darbeyi hafife alabilecek güçte değildim. 

  Yaptığım yanlışların bedelini ödüyordum. Tüm hayatımda yaptığım sapkınlıkların karşılığı bir cezaydı bu çektiğim. Üniversiteye başladığımdan beri şımarık, kendini beğenmiş, züppe bir kızdan başka bir şey olamamıştım. Eğer böyle bir kız olmasaydım büyük ihtimalle bu gece diğer zengin çocuklarıyla alem yapmak için bir bara gitmeyecek ve en sona kalıp yolumu kaybetmeyecektim.

  Şimdi sanki geçmişimden ve yaptığım hatalardan kaçıyormuşçasına koşuyordum. Ardımdaki vampir her an yanımda bitebilirdi. Bu onun için avlanmak kadar kolay olurdu. Aklımdan geçen düşünceler tüylerimi gecenin yakıcı soğuğundan bile daha etkili bir biçimde diken diken etti. Benimle eğleniyordu. Kaçmama izin veriyordu. Sonunda pisikolojimin beni tuzağa düşüreceğini farkındaydı. Bu ona göre küçük bir eğlenceydi işte. Benimse son oyunum.

   Kurtulacağıma dair hiçbir umudum ve kaslarımda enerjinin zerresinin kalmadığı bir anda ufacık ve dar bir sokaktan gelen ışığı gördüm. Orada birileri olabilirdi. Bana yardım edebilecek birileri. Belki de o dar sokak işlek bir caddeye açılan bir geçitti. Her iki durumda da bunun anlamı kurtuluş demekti.

   Kaslarıma hiç bilmediğim ani bir güç doldu. Paniğimin yerini umut ve heyecan aldı. Artık çok eski çağlardan bana miras kalan bir içgüdünün gücü besliyordu beni. Vücudum tıpkı yaz gecelerinde ateşe doğru uçan pervaneler gibi ışığa çekiliyordu. Dönüşe üç metre kalmıştı. İki metre, bir metre…Tam tur dönüp sokağa girdim. Tam ciğerlerimi şişirmiş yardım çağıracaktım ki  tuğlalardan ötülmüş, sokağı boydan boya geçen duvarı gördüm. Çıkmaz sokak. Gözlerime inanamıyordum. Kurtuluşa bu kadar yaklaşmışken maraton bitmişti. Sonum gerçekten de pervanenin sonu gibi olmuştu. Kendisini yakıp yok edeceğini bile bile aşkla ateşe atlayan pervanenin sonu gibi. Ne olur ne olmaz diye duvara kadar koştum. Tuğlaları yumruklayıp yardım çağırıyordum. Ben farkında bile olmadan geç kalmış yağmurlar gibi göz yaşları dökülüyordu yanaklarımdan. 

Duvarın dibine yığılıp kaldım. Arkamı dönüp baktığımda sokağın başındaki karanlık gölgelerin biçimlendiğini gördüm. Önce bir ayak, sonra yavaşça kollar, bacaklar, gövde ve en son da kafa çıktı karanlığın içinden.

Karşımda duran adam nefesimi kesecek kadar biçimli bir vücuda ve yüze sahipti. Kaslı kolları olmamasına rağmen rahatça ağaçları yerinden söküp atabilecek bir havası vardı. Siyah saçları ipeksi bir ışıltıyla parlıyordu. Dudakları hafif bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. Aslında korkutucu değildi. Hatta şirin bile sayılırdı. Gözleri dışında.Gözleri tıpkı hiç durmadan etrafını yakıp kül eden alevler gibi kıpkırmızı parlıyordu. 

  Onu karşımda görünce korkuyla duvara sindim. Sanki beni daha fazla korkutmamaya çalışıyormuş gibi yavaşça bana doğru yürüyordu.Bir yandan da “Şşş sakin ol. Canın yanmayacak.Hatta hiçbir şey hissetmeyeceksin.” diyordu. Onu uzaktan gören biri sevecen olduğunu hatta biraz fazla sevecen olduğunu düşünebilirdi. Fakat açık bir biçimde aç ve kana susamış bakan gözleri hiç de sevecen değildi. Zaten beni en çok korkutan da onun gözleriydi.

  Hala yavaşça bana yaklaşıyordu. Etrafıma bakındım ve yerde bulduğum üzerine çiviler saplanmış sopayı alıp savunma pozisyonuna geçtim. Eğer öleceksem ki kesinlikle ölecektim, en azından kendimi savunmuş olarak ölmeliydim. Babamın hep dediği gibi bir savaşa başlamadan o savaşı kaybedemezdin.

  Vampir elimdeki tahta sopaya bakıp yeniden bir kahkaha attı. Sonra da ben daha gözlerimi kırpamadan müthiş bir hızla yanımda belirdi. Şaşkınlık ve korkuyla bir çığlık atıp sopayı gövdesine savurdum. Darbem karşısında tek kasını bile oynatmamıştı. Kırılan onun kemikleri yerine sopam olmuştu.

  Elini uzatıp elimdeki sopayı alıp uzağa savurdu. Gözlerindeki karanlık ışıltı fazla sabrının kalmadığının göstergesiydi. “ Senin gibi güzel bir kızın telef olmasını istemezdim ama seni dönüştüremeyecek kadar açım.”dedi, hem karanlık hem de özür diler bir edayla.

  “ Senin gibi leşçil bir canavara dönüşerek yaşamaktansa ölmeyi tercih erdim. “ diye tısladım korktuğumu belli etmemeye çalışarak. Dik başlılığım ölümün kıyısında olsam bile bırakamadığım huylar listesinde sadece küçük bir bölümdü.

  Vampir gözlerini kısıp “ O zaman sana ölümü tattırmamda bir sakınca görmezsin. “ diyip cevap vermemi bile beklemeden üzerime atladı. Onun ağırlığıyla yere yıkıldım. Bir dağ kadar ağırdı. 

Tıpkı normal bir erkek gibi kokuyordu. Biraz sabun, biraz deodorant ve biraz da nane.

Fakat çok daha eski ve rahatsız edici bir koku daha vardı bu karışımın içinde. Bu ölümün kokusuydu. Ölüm tıpkı yıllarca havalandırılmamış bir tavan arası gibi kokuyordu.

   O üstümdeyken çırpınıp kurtulmaya çalışıyordum. Fakat boşuna enerji harcamam bir yana onu daha da fazla kızdırıyordum.En sonunda yüzünü boynuma gömüp dişlerini geçirdi. Fazla acı verici değildi. Yerine saplanan bir iğne gibi bir anlık bir ürperti vermişti sadece.

  O zevkle kanımı emerken ben çırpınmaya devam ediyordum. Sonra yavaş yavaş kollarıma bir ağırlık çöktü. Gücüm kırılıyor ve giderek bitkinleşiyordum. Sonunda mücadele edecek halim bile kalmayınca kollarım yere düştü ve gözlerim yıldızsız karanlık gök yüzünü son kez görerek kapandı. Belleğimdeki anılar tıpkı mezarlarından fırlayan zombiler  beynime üşüştü. Eskiden film şeridi olayıyla çok dalga geçerdim. Şimdi bu deneyimi birinci elden yaşayınca yersiz eleştirilerimin gereksizliğini  ve ne kadar saçma olduğunu anlıyordum.

 Zaten kısa olan hayatımın gözümün önünden geçmesi saniyeler bile almadı. Sonrasında ise boşluk ve sek karanlık kapladı her yanı. Arta kalan tek şey ise sonsuzluğun verdiği uyuşukluk ve ebedi rüyalar oldu.