16 Ekim 2010 Cumartesi

Okyanusun Ruhları

                                         Okyanusun Ruhları

Yıldızların denize yansıyan görüntüsü, ayın dolgun simasıyla senkronize bir biçimde, dalgaların oluşturduğu küçük akıntıların üzerinde titreşiyordu. Deniz kuşları güneş batmadan önce, çok uzaktaki kara parçalarına doğru uzaklaşmış, engin gökyüzünü sessiz gecede tek başına bırakmıştı. Akıntının sürekli yankılanan iç gıdıklayıcı şapırtısı dışında sessizlik, siyah katran gibi okyanusun üzerine inmişti.
Küçük bir sandalın üçgen biçimli ön kısmı denizin bitmek bilmeyen uğultulu sesi eşliğinde, sarsıntısızca bu geniş yıldız okyanusunu boydan boya yarıyordu. Denize güçlü darbelerle inen bir çift kürek suyun altında küçük girdaplar oluşturuyordu. Etrafı sadece tembel Ay’ın solgun ışıltısı ve sandalın kıç tarafındaki bir direğin ucuna asılmış tahta şamdandan yayılan mum ışığı aydınlatıyordu. Titrek mum ışığı, kayığın içinde kürek çeken adamın profilini gölgelere boğuyor, onu on yıl yaşlandırıyordu. Oysaki dikkatli bakan bir çift göz adamın yüz hatlarındaki çocuksu yumuşaklıktan, en fazla on dokuz yaşında olduğunu anlardı.
Sandaldaki adam delirmiş gibi kürek çekiyor, bu küçük sandalı bir yelkenliden daha hızlı götürmeyi başarıyordu. Harcadığı güç yüzünden kaslarının yanması, soluğunun kesilmesi, her yerinden ter fışkırması onu neredeyse ilgilendirmiyordu bile. Parlak gözleri, azimle ilerideki görünmez bir hedefe kilitlenmişti.
Genç adam kürek çekmeyi bırakıp yeniden Kutup Yıldızını kontrol etti. Doğru yolda gittiğini düşünmek onu rahatlatıyordu. Ne de olsa olmadığı var sayılan bir yere haritalar yardımıyla gitmek olanaksızdı. Önemli olan umudunu kaybetmemekti. Çünkü umut en iyi pusuladan bile daha iyi bir rehberdi.
Adam bakışlarını yıldızlı gökyüzünden, sandalın arka tarafında yatan karanlık ve büyükçe bir kütleye çevirdi. Küreklerini sandalın iki tarafında bulunan oyuklara sabitleyip bıraktığında, düşmelerini önlemiş oldu. Kütleye doğru uzanıp, koyu renkli örtüyü kaldırdı. Şamdandan yayılan sarı, zayıf ışık şimdi örtünün altında yatan bambaşka bir yüzü aydınlatıyordu. Bu terden sırılsıklam olmuş, saçları güzel yüzünü çevreleyen genç bir kızdı.
Kızın yüzü az ışıkta bile fark edilecek kadar solgundu. Kapalı göz kapakları arada bir açılacakmış gibi titreşiyor fakat sonrasında bu çabadan yorgun düşerek daha büyük bir ağırlıkla örtüyordu gözlerini. Soğuk soğuk terliyor ve titriyordu. Ateşinin etkisiyle dudakları ve yanakları kızarmış, alnı cayır cayır yanıyordu.
Kız belli ki çok ağır hastaydı. Genç adam onu kurtarmak uğruna elinden gelen her şeyi yapmıştı. Fakat kızın hastalığının bulunabilmiş bir şifası yoktu. Önlerinde bir seçenek dışında hiçbir şey kalmamıştı. Bu seçenek de sonsuzluğa açılan bir kapı gibi bilinmezliğe uzanıyordu adeta. Genç adam kızın üzerini yeniden sıkıca örtüp, küreklere asıldı. Küreklerin suya dalıp çıktıkça çıkardığı şapırtının ardında, kızın soluklarının yavaşladığını duyuyordu. Fazla zaman kalmamıştı. Kız güneşin doğuşunu göremeyebilirdi.
Adam saatlerce kürek çekti. Sadece arada bir kızın yaşayıp yaşamadığını kontrol etmek için duruyordu. Nihayet koyu karanlığın içinden bile rahatça seçilebilen yan yana dizilmiş üç adayı gördüğünde kürekleri elinden bıraktı. Doğru yere geldiğini anlamıştı. Kafasını kaldırdığında Kutup Yıldızını göremedi. Onun yerini kıpkırmızı parlayan başka bir yıldız almıştı. Denizkızı takımyıldızı.
Genç adam oturduğu yerde ayağa kalktı. Elini cebine sokup, gece kadar siyah bir inci çıkardı. İncinin pürüzsüz yüzeyi ay ışığında soğuk parıltılar saçıyordu. Adam inciyi başının üstüne kaldırıp, gerekli sözleri söyledi; “Niyelyé lubak ımıgad’a”
Sözlerini bitirmesiyle elindeki inciyi denizin karanlık sularına bıraktı.
Bir kaç saniye yeni geçmişti ki incinin düştüğü yer içten içe kaynamaya, fokurdamaya başladı. Bir şey suyun yüzeyine çıkıyordu. Aniden fokurdama durdu. Su tekinsiz bir biçimde durgunlaştı. Genç adam ellerini kayığın iki yanına dayayarak, eğilip suya baktı. Birden kendisinden biraz ötede güçlü bir dalgalanma oldu. Kafasını kaldırıp baktığında suyun üstünde süzülen Üç Bilge’yi gördü.
Pul pul balık kuyruğu şeklinde bir alt kısmı olan ve omzundan üç güzel kadın başı yükselen bir deniz ruhuydu bu. Her kadın başı bir kavramı ifade ediyordu. Ölüm, yaşam ve kader. Hepsinin yüz hatları birbirinden farklıydı. Ölümün kuzguni saçları ve gözleri vardı, yaşamın ise bembeyaz saçları ve gök mavisi gözleri. Kader farklıydı. İçlerinde en yaşlı ve bilge görünüşlü oydu. Yüzünün neye benzediğini söylemek zordu çünkü her saniye şekil değiştiriyordu.
Ölümü simgeleyen kadın sakin ve soğuk gözlerle genç adamı süzdü. Konuştuğunda sesi tıpkı bir mezardan geliyormuş gibi durgundu.
“Ne istiyorsun bizden genç insan? Yine hangi gereksiz isteklerle kapımıza dayandın? “
Delikanlı dizlerinin üstüne çöktü. Eliyle sandalın arkasında yatan kızı göstererek “Sizden sadece onu iyileştirmenizi istiyorum. Başka hiçbir dileğim yok.”
Kader konuşmaya katıldı,
” Kız ölüme kavuşmak zorunda genç adam. Eğer onu kurtarmak istiyorsan her şey gibi bunun da bir bedeli olacaktır.”
Delikanlı kaşlarını çattı.
“Fakat ben size bie bedel ödedim. O siyah inciyi size sundum.”
Yaşam gözlerini kısıp “Amma da asi !” diye homurdandı.
Kader tek bir bakışla susturdu yaşamı. Genç adama dönüp açıklamaya devam etti.
“O inci sadece bizi görebilmek için bir bedel, bizden istediklerin için değil. Yaşam kırılgandır oğlum. Ölenler ve yaşayanlar bir terazi üstünde sürekli dengede olmalıdır. Eğer birinin canını bağışlamamızı istiyorsan karşılığında başka bir can sunmalısın. Kendi canını.”
Derin bir sessizlik bu nihai karar anında ortalığı kapladı. Delikanlı omzunun üstünden arkasında yatan kıza baktı. Kızın solukları neredeyse duyulmuyordu. Adam böyle ölmeyi tercih edeceğini düşündü. Sevdiği kızı kurtarmak uğruna, anlamlı bir şekilde ölecekti. Derin bir soluk alıp teker teker üç bilgenin de yüzüne baktı. Cevabı kısaydı.
“Kendi canıma sunmaya hazırım.”
Ölüm alaylı alaylı gülümsedi.
“Bunu yapmak istediğinden emin misin Cesur Yürek?”
“Evet”
Ölüm sakin sakin üç kafaya da ait olan eli kaldırıp parmağını şıklattı. Genç adam birden bacaklarının onu daha fazla taşıyamayacağını hissetti. Yere yığıldı. Yaşam hızlı hızlı dua okuyordu. Sevdiği kızı geri getirmek için. Adam kızın tekrar derin derin soluk almaya başladığını duydu. Fakat şimdi kendi soluklarını duyamıyordu. Yıldızlar gök yününde parlıyor, onun ölümünü izliyorlardı. Delikanlı aya sabitlenmiş gözlerini bir türlü kapatamıyordu. Ölümün hafif dokunuşlarına doğru sürükleniyordu. Ruhunu teslim etmeden önce gördüğü tek şey kırmızı aptal bir yıldızdı.

15 Ekim 2010 Cuma

Bosna'nın Ardında


Bosna'nın Ardında
“Bağımsızlığı kabul etmeyeceğiz. Eğer Bosna bağımsız olursa, Müslüman, Sırp ve Hırvatların çatışmasından kaçamayız. Umarım bu bir uyarı olur. Aksi takdirde, Kuzey İrlanda, Bosna-Hersek’in yanında bir tatil merkezi gibi kalır.”
Radyodaki korkunç cümlelerin sahibi elbette ki Radovan Karadziç’ti. Panjurları sıkıca örtülmüş, sadece küçük bir abajürün aydınlattığı sade evin duvarlarında yankılanan bu sözcükler elindeki deftere bir şeyler çiziktiren genç kadının dudaklarına acılı bir gülümseme yayılmasına neden olmuştu. Bu laflar edileli çok uzun zaman olmuş, savaş denilen o metalden canavar çoktan Saraybosna’yı dört bir yandan kuşatma altına almıştı. Kadın başını eğip, yanğından damlayan gözyaşını silmeye bile tenezzül etmeden elindeki deftere yazmaya devam etti.
“…geri dönmeyecek diye çok korkuyorum. Eğer o ölürse bir başıma, çocuğumla yapayanlız, savaşın ortasında ne yaparım hiç bilmiyorum. Zavallı daha dört yaşında. Her gün bana babasını soruyor. Bir şey söyleyemiyorum. Ya ben de ölürsem ne yapar o küçücük aklıyla. Minicik elleriyle nasıl tutunabilir yaşam denen o cılız dal parçasına. Kimsemiz yok. Tıkılıp kaldık dört duvarın içine. Yiyeceğimiz giderek azalıyor. Sırplar Saraybosna’ya girmek üzere. Geleceğimiz sisli bir deniz gibi. Önümüze ne çıkacağını bilemeden kürek çekiyoruz. Ne zaman bitecek bu vahşet, bu savaş. Hepimiz ölsek de kurtulsak diye dua ediyorum. Ama tutunmak zorundayım. Oğlum için. Sadece onun için.”
Kadın kalemini defterinin içine sokup, siyah ciltli kapağı kapattı. Yüzü gece üzerine çiğ yağmış yumuşak çimenler gibi ıpıslaktı. Yerdeki ince döşeğin üzerinde, elindeki arabasıyla masumca oynayan oğluna baktı. Zavallı çocuk bariz bir şekilde zayıftı. Gözlerindeki erken olgunlaşmış ifade iç burkacak bir biçimde hüzünlüydü. Çok sessiz ve içe kapanıktı. Savaşla birlikte büyüyen diğer çocuklar gibi.
Annesi sessizce oturduğu koltuktan kalkıp yanına gitti. Elleriyle çocuğun keçeleşmiş saçlarını karıştırdı. Oğlan elindeki arabayı bırakıp bıkkın gözlerle annesine baktı.
“Anne babam neyde?” Hala bazı kelimeleri doğru telafuz edemiyor, ağızında yuvarlıyordu.
Kadın gözlerinin yeniden dolduğunu hissetti.
“Bizden daha iyi bir yerde tatlım.”
Çocuğun gözlerinden hayal kırıklığıyla dolu bir parıltı geçti.
“Anne babam öldüy mü?”
Kadın acılı bir ifadeyle oğluna bakakaldı. Çocuğunun büyüdüğünü anladığında her annenin yaşadığı hüznü yaşıyordu o anda. Tek farkla. Oğlunun bu kadar erken büyümesiydi onu bu kadar hüzünlü kılan.
Uzaklardan duyulan uğultulu bir ıslık sesi kadının gözlerini oğlunun gözlerinden ayırmasına neden oldu. Ses giderek büyüyordu. Ve birden gürültülü bir patlamanın sesi Saraybosna sokakalarında yankılandı. Kadın koşarak pencereye gittiğinde, panjurların arasından bunun kırmızı bir işaret fişeği olduğunu gördü. Kırmızı ışığın altında şehrin sınırlarından içeri doluşan yüzlerce eli silahlı ve meşaleli Sırp askerini farketti. Saraybosna düşmüştü. Şehir kuşatılmış ve bütün çıkış yolları tutulmuştu. Onlarca insan bir fare deliğine kısılıp kalmıştı. Kaçış yoktu.
Kadın hızla abajürün ışığını söndürdü. Oğlu bu sırada meraklı bakışlarla onu izliyordu. Annesi onu oturduğu yerden kapıp kucağına alana kadar hiç sesini çıkarmadı. Sonunda hafif korkmuş bir sesle “Nireye gidiyoyuz?” diye sordu.
Annesi çocuğun yüzünü kendisine döndürüp oğlunun gözlerine bakarak ” Hadi gidip yıldızları izleyelim. Tavan arasına çıkalım oradan yıldızlar daha iyi görünür. Hani eskiden senin tahta atını koyduğumuz yere.”
Oğlan sorgusuz sualsiz kabul etti bu teklifi. Kadın hemen oğlunu kucakladı ve kendini dairesinden dışarı attı. Uzaktan uzağa çığlıklar ve silah sesleri duyuluyordu.Vahşet başlamıştı.
Ana oğul merdivenlerin başına geldiklerinde dışarıda büyük bir patlama oldu. Tavandan tozlar yağdı ama emektar bina yıkılmamakta ısrar etti. Kadın sarsıntı geçtiğinde hızla merdivenleri tırmanmaya başladı. Tavan arasına açılan kapıya vardığında içeri girdi. Fazla zaman kalmamıştı. Kadın kucağında oğluyla tavan arasının sonundaki pencerenin altına çömeldi. Dışarıda askerler insanlık sınırlarına yeni bir boyut kazandırmakla meşguldüler.
Çocukları ve erkekleri öldürüyor, kadınların namusunu kocalarının önünde kağıt gibi buruşturup atıyorlardı. Sokaklar mezbahaya dönmüştü. Küçük çocuk ise bütün bunları bir kenara atmış tek bir yıldızın bile görünmediği kapalı gökyüzüne dikmişti gözlerini. Gözlerinde sıkıntılı bir merakla annesine döndü.
“Anne yıldızlay neyde?”
Kadın tatlı bir şekilde cevapladı oğlunu.
“Uyuyakalmışlar canım.”
Çocuk şüpheyle yeniden gökyüzüne baktı. Bu cevap pek tatmin etmemişti onu anlaşılan.
“Yıldızlay uyuy mu?”
“Tabi ki canım. Havada durmaktan yorulduklarında düşmemek için uyurlar.”
Apartmanın alt katları da silah seslerine teslim olmuştu. Bağırışlar ve acımasız botların çıkardığı sesler giderek yaklaşıyordu. Kadın oğluna sıkıca sarıldı.Artık sesler çok yakındı. Tavan arasına çıkan merdivenlerde ayak sesleri yankılanmaya başlamıştı.
Askerler kapıyı yumruklamaya başladığında kadın çocuğun kulağına eğilip. “Gözlerini kapa ve bakma.” diye fısıldadı.
Çocuk onu duymuyordu. Bambaşka bir şey ilgisini çekmişti. Biraz ilerisinde bembeyaz bir ışık parlıyordu. Işık şekillenmeye başladı ve üç kişiyi ortaya çıkardı. Yüzleri görünmeyen iki varlık ortadaki adamın iki yanında duruyordu. Üçü de bambayaz ışıkla yıldızlar gibi parlıyorlardı. Çocuk ortadaki adamı tanımıştı. Bu babasıydı. Adam çocuğa göz kırptı ve el salladı. Çocuk büyülenmiş gibi onları izliyordu.
O sırada kilide edilen iki el ateş ve bir omuz darbesiyle zamanın yaşlandırdığı ahşap kapı pes etti. İçeri giren askerler doğruca onlara doğru ilerlediler. Kadın onlara yalvardı. Çocuğunu bağışlamaları için. İçlerinden uzun boylu genç bir asker silahını kaldırdı ve kadının üzerine şarjörünü boşalttı.Çocuk ışığın yeni bir bedeni şekillendirdiğini ördü.Beyaz ışıktan örülmüş elbisesiyle annesi ona gülümsedi ve gelmesini işaret etti.
Çocuk uzaktan bir ses duydu. Küçük vücuduna isabet eden mermiler canını hiç yakmadı. Giderek annesiyle babasına yaklaşırken renksiz dudaklarında mutlu bir gülümseme vardı.Aile yeniden bir araya gelmişti.

Ölümden Kaçmak

                            ÖLÜMDEN KAÇMAK   

  Karanlık gecenin ağır ve hüzünlü sessizliğini telaşlı ayak seslerim bozdu.Soluk soluğa, ayaklarım yer yer çatlamış, ıslak asfalta değmeden koşuyordum. Buz gibi ayazda ağzımdan hızlıca verdiğim nefesim ince bir sis tabakası halinde göğe yükseliyordu. Bacaklarımdaki kaslar oksijen yetersizliğinden isyan çığlıkları atıyor ve sanki kızgın bir maşayla dağlanmış gibi alev alev yanıyordu.

  Şu kısa hayatımda bedevi şansım hep başıma bela açmıştı. Arkamdaki vampir buna örnek olarak gösterilebilirdi. Eğer durursam ya da tek bir defa dahi ardıma bakarsam ölümün kendisiyle yüz yüze gelirdim.Yine de beynimin panikten uyuşmamış bir tarafı kaçışımın boşuna bir yarış olduğunu tekrarlıyordu durmadan. Ölümden hızlı koşamazdım. Kaçış yoktu ve ben bu terk edilmiş ücra kasabada kapana kısılmıştım. 

  Tavşan her zaman kaplumbağayı yenerdi. Mutlu sonlar masallara özgüydü. Ne yazık ki hayat bir çocuk masalı değil korku romanıydı. Hele ki benim tavşanım gözü kan bürümüş bir vampirse.

  Gökyüzünü kaplayan sis bütün ışıkları söndürmüştü. Öyle ki nesillerdir atalarıma yol göstermiş Kuzey Tacı’nı bile göremez olmuştum. Umutsuzluk attığım her adımda somutlaşmış gibi beynime sızıyor, ağzıma, burnuma, kulaklarıma doluyor ve görmemi engelliyordu.

  Sonunda bir anlık dikkatsizliğimin ve paniğimin kurbanı oldum. Ayağım kaldırımın yamuk taşlarından birine takıldı. Yüzümün yan tarafını kaldırıma çarpacak biçimde yere düştüm. Ayakkabılarım ayağımdan kurtulup ulaşamayacağım bir uzaklığa fırlamışlardı. Demek ki neymiş, disko topuklu bir ayakkabıyla vampirlerden kaçılmazmış. Üstüne üstlük yanağımdan çeneme doğru ılık ve yoğun bir sıvı akıyordu. 

  Arkamdan zevkle boğuklaşmış yumuşak tınılı bir ses “ Mmm nefis kokuyorsun. Tıpkı fırından yeni çıkmış Fransız çörekleri gibi.” dedi.

  Belli ki başım bayağı dertteydi. Özellikle bir vampir tarafından yiyeceğe benzetiliyorsam. İyice paniklemiştim. Sendeleyerek yerden kalktım ve tekrar yüz üstü yere yapışmaktan son anda kurtulup yeniden koşmaya başladım.

 Arkamdaki ses sessiz gecede çınlayan küçük bir kahkaha attı. Bu cılız çabalarım onu eğlendiriyordu. Kafama dank eden düşünce bütün iç konuşmalarımı ve kara mizah diyaloglarımı bir ustura kadar keskin bir biçimde  yırttı. Ölümüne bahis oynuyordum. Arkamdan koşturan herifin tek derdi kanımı mideye indirip beni bu dünyadan postalamaktı.Ailemi, arkadaşlarımı ve küçük kedimi bir daha asla göremeyecektim. Bu kadar büyük bir darbeyi hafife alabilecek güçte değildim. 

  Yaptığım yanlışların bedelini ödüyordum. Tüm hayatımda yaptığım sapkınlıkların karşılığı bir cezaydı bu çektiğim. Üniversiteye başladığımdan beri şımarık, kendini beğenmiş, züppe bir kızdan başka bir şey olamamıştım. Eğer böyle bir kız olmasaydım büyük ihtimalle bu gece diğer zengin çocuklarıyla alem yapmak için bir bara gitmeyecek ve en sona kalıp yolumu kaybetmeyecektim.

  Şimdi sanki geçmişimden ve yaptığım hatalardan kaçıyormuşçasına koşuyordum. Ardımdaki vampir her an yanımda bitebilirdi. Bu onun için avlanmak kadar kolay olurdu. Aklımdan geçen düşünceler tüylerimi gecenin yakıcı soğuğundan bile daha etkili bir biçimde diken diken etti. Benimle eğleniyordu. Kaçmama izin veriyordu. Sonunda pisikolojimin beni tuzağa düşüreceğini farkındaydı. Bu ona göre küçük bir eğlenceydi işte. Benimse son oyunum.

   Kurtulacağıma dair hiçbir umudum ve kaslarımda enerjinin zerresinin kalmadığı bir anda ufacık ve dar bir sokaktan gelen ışığı gördüm. Orada birileri olabilirdi. Bana yardım edebilecek birileri. Belki de o dar sokak işlek bir caddeye açılan bir geçitti. Her iki durumda da bunun anlamı kurtuluş demekti.

   Kaslarıma hiç bilmediğim ani bir güç doldu. Paniğimin yerini umut ve heyecan aldı. Artık çok eski çağlardan bana miras kalan bir içgüdünün gücü besliyordu beni. Vücudum tıpkı yaz gecelerinde ateşe doğru uçan pervaneler gibi ışığa çekiliyordu. Dönüşe üç metre kalmıştı. İki metre, bir metre…Tam tur dönüp sokağa girdim. Tam ciğerlerimi şişirmiş yardım çağıracaktım ki  tuğlalardan ötülmüş, sokağı boydan boya geçen duvarı gördüm. Çıkmaz sokak. Gözlerime inanamıyordum. Kurtuluşa bu kadar yaklaşmışken maraton bitmişti. Sonum gerçekten de pervanenin sonu gibi olmuştu. Kendisini yakıp yok edeceğini bile bile aşkla ateşe atlayan pervanenin sonu gibi. Ne olur ne olmaz diye duvara kadar koştum. Tuğlaları yumruklayıp yardım çağırıyordum. Ben farkında bile olmadan geç kalmış yağmurlar gibi göz yaşları dökülüyordu yanaklarımdan. 

Duvarın dibine yığılıp kaldım. Arkamı dönüp baktığımda sokağın başındaki karanlık gölgelerin biçimlendiğini gördüm. Önce bir ayak, sonra yavaşça kollar, bacaklar, gövde ve en son da kafa çıktı karanlığın içinden.

Karşımda duran adam nefesimi kesecek kadar biçimli bir vücuda ve yüze sahipti. Kaslı kolları olmamasına rağmen rahatça ağaçları yerinden söküp atabilecek bir havası vardı. Siyah saçları ipeksi bir ışıltıyla parlıyordu. Dudakları hafif bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. Aslında korkutucu değildi. Hatta şirin bile sayılırdı. Gözleri dışında.Gözleri tıpkı hiç durmadan etrafını yakıp kül eden alevler gibi kıpkırmızı parlıyordu. 

  Onu karşımda görünce korkuyla duvara sindim. Sanki beni daha fazla korkutmamaya çalışıyormuş gibi yavaşça bana doğru yürüyordu.Bir yandan da “Şşş sakin ol. Canın yanmayacak.Hatta hiçbir şey hissetmeyeceksin.” diyordu. Onu uzaktan gören biri sevecen olduğunu hatta biraz fazla sevecen olduğunu düşünebilirdi. Fakat açık bir biçimde aç ve kana susamış bakan gözleri hiç de sevecen değildi. Zaten beni en çok korkutan da onun gözleriydi.

  Hala yavaşça bana yaklaşıyordu. Etrafıma bakındım ve yerde bulduğum üzerine çiviler saplanmış sopayı alıp savunma pozisyonuna geçtim. Eğer öleceksem ki kesinlikle ölecektim, en azından kendimi savunmuş olarak ölmeliydim. Babamın hep dediği gibi bir savaşa başlamadan o savaşı kaybedemezdin.

  Vampir elimdeki tahta sopaya bakıp yeniden bir kahkaha attı. Sonra da ben daha gözlerimi kırpamadan müthiş bir hızla yanımda belirdi. Şaşkınlık ve korkuyla bir çığlık atıp sopayı gövdesine savurdum. Darbem karşısında tek kasını bile oynatmamıştı. Kırılan onun kemikleri yerine sopam olmuştu.

  Elini uzatıp elimdeki sopayı alıp uzağa savurdu. Gözlerindeki karanlık ışıltı fazla sabrının kalmadığının göstergesiydi. “ Senin gibi güzel bir kızın telef olmasını istemezdim ama seni dönüştüremeyecek kadar açım.”dedi, hem karanlık hem de özür diler bir edayla.

  “ Senin gibi leşçil bir canavara dönüşerek yaşamaktansa ölmeyi tercih erdim. “ diye tısladım korktuğumu belli etmemeye çalışarak. Dik başlılığım ölümün kıyısında olsam bile bırakamadığım huylar listesinde sadece küçük bir bölümdü.

  Vampir gözlerini kısıp “ O zaman sana ölümü tattırmamda bir sakınca görmezsin. “ diyip cevap vermemi bile beklemeden üzerime atladı. Onun ağırlığıyla yere yıkıldım. Bir dağ kadar ağırdı. 

Tıpkı normal bir erkek gibi kokuyordu. Biraz sabun, biraz deodorant ve biraz da nane.

Fakat çok daha eski ve rahatsız edici bir koku daha vardı bu karışımın içinde. Bu ölümün kokusuydu. Ölüm tıpkı yıllarca havalandırılmamış bir tavan arası gibi kokuyordu.

   O üstümdeyken çırpınıp kurtulmaya çalışıyordum. Fakat boşuna enerji harcamam bir yana onu daha da fazla kızdırıyordum.En sonunda yüzünü boynuma gömüp dişlerini geçirdi. Fazla acı verici değildi. Yerine saplanan bir iğne gibi bir anlık bir ürperti vermişti sadece.

  O zevkle kanımı emerken ben çırpınmaya devam ediyordum. Sonra yavaş yavaş kollarıma bir ağırlık çöktü. Gücüm kırılıyor ve giderek bitkinleşiyordum. Sonunda mücadele edecek halim bile kalmayınca kollarım yere düştü ve gözlerim yıldızsız karanlık gök yüzünü son kez görerek kapandı. Belleğimdeki anılar tıpkı mezarlarından fırlayan zombiler  beynime üşüştü. Eskiden film şeridi olayıyla çok dalga geçerdim. Şimdi bu deneyimi birinci elden yaşayınca yersiz eleştirilerimin gereksizliğini  ve ne kadar saçma olduğunu anlıyordum.

 Zaten kısa olan hayatımın gözümün önünden geçmesi saniyeler bile almadı. Sonrasında ise boşluk ve sek karanlık kapladı her yanı. Arta kalan tek şey ise sonsuzluğun verdiği uyuşukluk ve ebedi rüyalar oldu.

Kassandra

                                     KASSANDRA

Gecenin karanlığında, hiç durmadan koşuyordum.Çoğu kez ayağım etraftaki serseri kayalara takılıyor ve kendimi yerde buluyordum.Gözlerimden hem korkumun hem de üzüntümün etkisiyle inci taneleri gibi akan yaşlar görüşüme pek katkıda bulunmuyordu.Düşüp düşmemek benim için önemsiz bir ayrıntı haline gelmişti.Bedenim hissettiğim dehşet yüzünden öylesine uyuşmuştu ki acı hissedemez haldeydim.Tabi sadece fiziksel acıları.Ardımda bıraktığım yanan yurdumu, Troia'mı görmek tüm fiziksel acı tabularını yıkarak, açık ara farkla öne geçmiş ruhsal bir ıstıraptı benim için.

Ben mutlu tanrıların öfkesini çekmiş zavallı fani,kendisine inananılmayan felaketler kahini, Apollon'un lanetini üstlenmiş rahibe,Troia prensisi,Priomos'un kızı,Kassandra.

Göz yaşlarım sadece ailem ve yurdum için duyduğum kederden değil,bana inanmayanlara duyduğum hırs için de akıyordu.O atı, uğursuz adağı, hemen yakmalarını yada bronz uçlu mızraklarıyla parçalara ayırmalarını söylemiştim.Ne yazık ki beni yine dinlememişlerdi.Bu hatalarının bedelini yurtlarıyla, canlarıyla ve namuslarıyla ödüyorlardı.

Koşarken ardımda bıraktığım ailemi, savaşta acımasız savaşçı Akhilleus tarafından öldürülen ağabeyim Hektor'u ve onun genç karısı Andromeda'yla küçücük oğlunun kaderlerini düşündükçe geri dönüp kendimi Troia'nın yok edici alevlerine atmak bana neredeyse bir kurtuluş yolu gibi görünüyordu.

Fakat yapamazdım.Kaçmalıydım.Yoksa aç gözlü Akhalar'ın komutanı,şanıyla olduğu kadar acımasızlığıyla da bilinen, Agememnon'un eline düşecektim.Bir savaş ganimeti olarak alacaktı beni.Köleden, tutsaktan, cariyeden beter olacaktı halim.Ne kadar koşsam, çırpınsam hatta İonya'ya bile kaçsam peşimi bırakmazdı.

Bir zamanlar savaş hala sürerken, Andromeda, sürekli önümde savaşıp, her öldürdüğü adamdan sonra yüksek surların tepesine, benim oturduğum  yere bakan Agememnon'u göstererek "Eğer şehir düşerse en çok tehlikede olanlarımız bir sen bir de Helena'sınız.En acımasız adam oldu sana gönlünü kaptıran.Agememnon'un ilgisi açıktır.Peşine düşecek.Yazık sana." demişti.Haklı da çıkmıştı.Ondan kaçamazdım ama en azından yapabileceğim bir şey vardı.

Son tümseği de aştığımda, önümde yükek sütunları üstünde yükselen heybetli Athena Tapınağı'nı gördüm.Rahatlayacağıma daha da gerildim.Eğer Athena Tapınağı'na sığınırsam Agememnon ve adamlarının bana zarar vermekten çekineceğini düşünüyordum.Ne de olsa haşin Athena onların koruyucu tanrıçalarıydı.Onun karşısında bir saygısızlık yapmak istemezlerdi.

Tapınağa adımımı attığımda başıma inanılmaz derecede keskin bir ağrı saplandı.İçimden bir lanet  okudum şu anda bir kehanet kaldırabilecek gücü kendimde bulamıyordum.Tapınağın içine kısaca göz gezdirerek saklanabileceğim küçük bir delik aradım.Bu sırada Tanrıça'nın dev heykeli sanki beni gözlüyordu.Oniks taşından yapılma gözleri ay ışığı altında uğursuzca parlyordu.

Her saniye şiddetlenen baş ağırım nedeniyle bilinçsizce inleyip gözüme kestirdiğim bir sütunun ardına gizlendim.Oturamıyordum çünkü bunu yaparsam vücudumun büyük bir kısmı sığındığım sütunun ardından görünürdü.Başım giderek daha fazla dönüyordu.Bağırmamak için kendimi öylesine kasıyordum ki tüm kaslarım bir ağızdan feryat etmeye başladılar.

Kahanetle ilgili ilk görüntüler beynime aktığı andan itibaren sürekli haykırdığımı itiraf etmeliyim.Öylesine dehşete düşmüştüm ki ... 

Önümde meşalelerin aydınlattığı geniş ve ferah bir salon uzanıyordu.Her kehanette olduğu gibi dıştan, tek bir görüş açısıyla olayları izliyordum.Güzel yemeklerle bezenmiş bir şölen sofrası bu salonu gösterişli gösteren yegane şeydi.Burada kehanetin ilgi merkezi tek bir yere odaklandı ve olaylar git gide daha da dehşet verici hale gelmeye başladı.Yerde tam masanın ayaklarının dibinde iri, kaslı, kızıl saçlı bir adam kanlar içinde yatıyordu.Yanındaysa...Tanrılar aşkına bu bendim! Kızıl saçlı adamın tam yanında yatıyordum ve onun gibi kan içindeydim.Tepemizde elinde ucu kıpkırmızı kılıcıyla duran genç ve yakışıklı bir delikanlı vardı.Onun yanındaysa güzeller güzeli beyaz khitonlu bir kadın.Geç adam kılıcı son bir defa daha tapemizde salladı.Kızıl saçlı adam zorlukla üzerime kapanarak beni kılıç darbelerinden korumaya çalıştı.Fakat bu çabasının da pek etkili olduğu söylenemezdi.Genç adam ikimizi defalarca kılıçtan geçirdi.Mermer zemine yayılan kandan görkemli sofranın yansıması görünüyodu.Genç kadının dehşet verici bir kahkaha atmasıyla kehanetin görüntüleri tuzla buz oldu.

Az önce kendi ölümümü izlemekten dolayı duyduğum dehşet duygusu geride kalan her şeyi bastırıyordu.Buna omuzumu kavrayan eller de dahildi.Birisi bir şeyler söyleyip tam yanımda bağrıyordu.Bilincimin bir kaç zerresi yerine geldiğinde zorlukla şiş gözlerimi açtım.Tapınak artık karanlık değildi.Bir sürü adamın koşuşturması ve atların kişnemeleri duyuluyordu.

Gözlerim önümde üzerime eğilmiş beni omuzlaımdan sarsan adamın yüzüne ve kıpkızıl saçlarına kilitlendi.Bir saniye sonra tapınakta defalarca yankılanan bu güne kadar attığım en dehşet verici çığlılğı attım.Bu kehanette gördüğüm adamdı.Bu Agamemnon'du.Beni ölümüme ve kendi ölümüne sürükleyecek olan adam.

Agememnon'un beni kucaklayıp hiç bir şey söylemeden bir atın repesine oturttuğunu ve oradan da büyük sivri burunlu bir Yunan kadırgasına taşıdıklarını hayal mayal hatırlıyordum.Ölü gibiydim.Gözlerimi zorlukla açık tutabilmeme rağmen neredeyse hiç bir şey göremiyordum. Gemiye gidebilmek için eskiden yurdum olan, şimdiyse küller içinde harap bir halde yüzlerce kişiye mezar olmuş Troia'nın kalıntılarının önünden geçtik.Gözlerimi sımsıkı kapadım.Daha fazla görmek istemiyordum.Çünkü biliyordum biraz daha bakarsam sonunda delirecektim.

Gemi şafak doğarken hareket etti.Ben güvertede bir köşeye sığınmış tek kelim bile etmeden öylece put gibi oturuyordum.Gemide koşuşturan herkes, yanıma gelip benimle konuşmaya çalışan Agememnon, bana sunulan yiyecekler, hepsini bir rüyadaymışım gibi karşılıyordum.Beni harekete geçirmeye yeten sadece iki sözcükü.Bu iki sözcük, Agememnon'un ağzından döküldükleri anda bende soğuk su etkisi yaratmıştı. "Akhilleus öldü."

İçinde ağabeyim Hektor'un da bulunduğu binlerce kişinin katili olan Akhilleus ölmüştü ha! En azından öcüm alınmıştı.Akha ordusunun en önemli askeri ölmüştü.Sessizce ağlayarak yas tutmaya devam ettim.Öğlen ggüneş tepemize geldiğinde ben hala aynı konumda tek lokma bile yememiş olarak oturuyordum.Gün boyunca Agemomnon yanıma gelmiş fakat tek kelime etmeden beni izlemişti.

En sonunda dayanamayıp konuştu."Ey kahinlerin en güzeli, neden tek lokma bile koymuyorsun ağazına.Açlıktan ölmek mi istiyorsun?Emin ol senin ölümün sevdiklerini geri getirmez.Akıllı bir kızsın.Tuzağımızı da sadece sen farkedebildin.Merak etme bizden sana zarar gelmez.Eğer ölmeni isteseydik, ilk önce tapınakta hallederdik bu işi.Fakat Afrodit'in büyüsü şu dünyadaki en güçlü şey.Şimdi biraz ye. Yarın sabaha varmadan benim yurduma ulaşmış oluruz."

İnatla bana bakıyor yememi bekliyordu.Beni rahat bırakması için bir parça et koydum ağazıma.Yavaşça çiğnedim.Yumuşak, ağızda  dağılan taptaze bir etti.Açlığım tüm gücüyle kendini hatırlatıyor, midem kıramplar içinde kıvranıyordu.En sonunda bu durum tahammül sınırımı geçti.Beynim daha durmam için komut bile vermeden yemeğe saldırdım. Deli gibi yemekten başka bir şey yapamıyordum.Soluk alacak aralığı bile zor buluyordum.

Agememnon keyifle gülümsedi."Afiyet olsun." deyip yanımdan ayrıldı.Tamam.Gitmişti.Fakat ben niye kendimi durduramıyordum?

Önümde bir şey kalmayıncağa değin yedim. Kendimden iğreniyordum.Tiksintiyle önümdekileri ittirip biraz daha geriye çekildim.Yemek yememin verdiği ağırlıkla vücudum başka bir ihtiyacını daha hatırlamıştı.Göz kapaklarrım olanca gücuyle kapanmaya çalışıyordu.Son ana kadar kendimi tuttum.Fakat bir yerden sonra uyumama mani olamadım.

Biri beni yeniden uyandırdığında ertesi günü sabahındaydık.Agememnon'un yurduna varmıştık.Agememnon çok heyecanlı görünüyordu.Yanıma gelip kendisini izlememi işaret etti.Önce biraz tereddüt ettim fakat aç köpekler gibi bana bakan tayfaları görünce harekete geçmekte bir sakınca görmedim.

Limana adımımızı attığımız anda coşkulu bir kalabalık etrafımızı sardı.İnsanlar eğilip Agememnon'un ayaklarını öpüyor, anneler çocuklarını kucaklıyor,karılar kocalarına altın testilerden şaraplar sunuyordu.Bu manzara göz yaşlarımın yeniden akmasına neden oldu.
Kalabalıktan kurtulup kentin içine yol aldık.Agememnon adamlarına yağmaladıkları hazineleri evine taşımayı daha sonraya bırakmalarını söylemişti.Kentin tepesindeki büyük konağa ulaştığımızda bir saat geçmişti.Evin kapısı ardına kadar açıktı.Hizmetçiler evin önünde dizilmiş, gelen efendilerinin ayaklarını öpüp, bana bakarak fısıldaşıyorlardı. Gözlerinde gördüğüm kıskançlık beni korkutmuştu.

Evin kapısındaysa bir kadın duruyordu.Evin hanımefendisi olduğu anlaşılan bu kadın kocasının boynuna atıldı.Ayrıldıklarında kadının yüzünü gördüm.Elimi ağazıma bastırıp dudaklarıma kadar gelen çığlığı engelledim.Bu kehanette gördüğüm khitonlu güzel kadındı.Bizim ölümümüzü izleyen kadın.

Eve girmek istemiyordum.Fakat hizmetçiler beni arkamdan ittirince girmek zorunda kaldım.Korkudan titriyordum.Kader ağlarını örüyordu.Kadın bizi bir salona götürdü.Agememnon beni de kolumdan yakalayıp yanında sürüklüyordu.Kadın bana dönüp gülümsedi.Fakat o yeşil gözleri hiç de seviç ışıkları saçmıyordu.

Bizi bir salona götürdü.Ortasında kocaman bir sofra bulunan bir salona.Artık kadere boyun eğmiştim.Öleceğimi biliyordum.Bu konuda tek kelime etmememin sebebi Agememnon'un da ölecek olmasıydı.Onun ölümü için kendimi feda etmeye hazırdım.İçimdeki intikam ateşi sağduyumu yakıp kül etmişti.

Agememnon hevesle sofraya oturdu.Beni de yanına oturttu.Karısı onun şarabını koyup başımızda öylece dikildi.Sonra birden aklına bir şey gelmiş gibi kocasına döndü."Kızımız nerede kocacığım?Akhilleus'la evlendi mi?Bazı söylentiler duydum.Senin onu tanrılara kurban ettiğine dair.Doğru olabilir mi bunlar?"

Kadın son cümleyi söylerken hırsla bakıyordu.Agememnon elinde şarap kadeh öylece kalakalmıştı.Bir şey söylemiyordu.Kadın yeniden konuştu."Demek gerçekmiş.Çok yazı sana kocacığım.Çünkü yakında kızınla yüzleşmek zorunda kalacaksın ve aynı zamanda Hades'le de."

Kadın cümlesini bitirdiği anda salonun gölgeleri içinden eli kılıçlı bir adam fırladı.Uyarı çığlığı atmam da bir işe yaramadı.Adam son sürat  gelip Agememnon'u arkası dönükken kılıçten geçirdi.Tabi ben de aynı  kaderi paylaşıyordum.Kılıç bedenimi deşerken acı hissetmedim.Sadece derin bir huzur kaplamıştı içimi.Agememnon ölüyordu.Agememnon yere düşerken elindeki şarap kadehi yere düştü ve yuvarlanarak.Salonun diğer ucuna gitti.Gözlerim son kez titreşirken Troia ve ölen ailemin hayaliyle beraberdim.

Son On

                                       Son On



Güneşin son ışıkları da yavaş yavaş karla kaplı dorukların ardında kayboluyordu.Gökyüzündeki güneşin batışından kaynaklanan kırmızı, mavi, turuncu renkli ışın demetleri gözlere şenlik bir izlenim bırakıyordu. Genç kız başında papatyalardan yapılmış tacıyla, yemyeşil çayırlarda genç bir ıhlamur ağacının altına uzanmış, dudaklarında küçük bir buseyle bu renk şölenini izliyordu.Fakat birazdan korkunç bir felakete şahitlik edeceği aklına dahi gelmezdi.

                                           ---------------


NASA'da olağan üstü hal ilan edilmişti.Kağıtlar havada uçuşuyor, insanlar seslerini duyurabilmek için avazları çıktığı kadar bağırıyordu. Kaos bulaşıcı bir hastalık gibi durmadan yayılıyordu.Bu kargaşanın sebebiyse olağan bir kıyamet teorisinin gerçekleşmek üzere oluşuydu.Güneşteki enerji seviyesi olağan üstü bir ivme göstererek yükseliyordu.Saatlerde sayılı vuruş kalmıştı.Bu sırada elektronik bir kadın sesi devreye girdi."Büyük patlamaya on, dokuz..."

                                          ----------------

Genç kız kucağında bir öbek papatyayla yeniden ağacın altına oturdu.Papatyalardan en irisini alıp içinde buruk bir heyecanla yapraklarını koparmaya başladı."Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor..."


                                         ------------------

NASA'da insanlar korkuyla telefonlarına sarılmış sevdiklerine ulaşmaya çalışıyorlardı.Oysaki boşuna uğraşıyorlardı.Güneşte oluşan aşırı enerji telefon şebekelerini patlatmış ve elektriklerin çoğunu götürmüştü.Kimse jeneratörlerin devreye girdiğini anlamamıştı.Herkes sığınaklara inmeye çalışıyordu.Geriye sayım devam ediyordu."...beş, dört, üç..."

                                        -------------------

"...sevmiyor, seviyor." Kız çıkan sonuç karşısında neşeyle bir kahkaha attı.Tam kalkıp üstündeki yaprakları silkeliyordu ki gökyüzündeki ani kırmızı patlama dikkatini çekti. Top patlamasına benzer bir ses geldi kulağına.Ellerini gözüne siper edip daha dikkatli bakmaya çalıştı.Kızıllık giderek daha çok bölgeye yayılıyordu.Kız birden havanın ısınmaya başladığını hissetti.Sıcaklık giderek artıyordu.Büyük bir gümbürtü daha duyuldu.Kız artık acıyla bağırıyordu.Sıcaktan derisi kabarmış, su toplamaya başlamıştı.Bazı yüksek ağaçların tepeleri de alev alıyordu. Toprak sarsılmaya başladı. 
                                          -----------------

" ...iki, bir, sıfır!" Güneş son bir patlamaya daha yol açtı. Bu son patlama dünyayı paramparça etmiş ve onun önündeki iki gezegeni de aynı kaderle yüzleştirmişti.Dünyadaki hayat son buldu.